• ANASAYFA
  • HAKKIMIZDA
  • HİZMETLERİMİZ
  • SEMİNERLER
  • Mevzuat Takip Programı
  • YAYINLARIMIZ
  • Soru / Cevap
  • İLETİŞİM
Follow

Aylık Arşivler : Nisan, 2016

Yargıtay Kararı Hakkında

Nis11
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

 

YARGITAY HUKUK GENEL KURULU ,Tarih:  29.06.2011  Esas: 2011/4-206  Karar: 2011/461

ÖZÜ:Sayıştay Bir Yargı Organı Olmayıp Kararları da Mahkeme İlamı Niteliğinde Değildir; Aynı Konuda Sayıştay Kararından Farklı Mahkeme Kararı Varsa Bağlayıcı Olan Mahkeme Kararıdır

Dava, haksız eylem nedeniyle uğranılan zararların tazmini talebine ilişkindir. Davacı Hazine, kamu zararı bulunduğunu belirten Sayıştay kararına dayalı olarak dava açmıştır. Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle, Sayıştay’ın ve kararlarının niteliğinin tespitinde yarar vardır. Sayıştay ile ilgili düzenlemeler dikkate alındığında, Sayıştay’ın bir yargı organı olmadığı açıklıkla ortaya çıkmaktadır. Yargı yeri olmayan Sayıştay’ın kararları da mahkeme ilamı niteliğinde değildir. Aynı konuda Sayıştay kararından farklı mahkeme kararı varsa bağlayıcı olan mahkeme kararıdır. Eldeki davada, davalılara yapılan harcırah ödemelerinin hukuka uygun olduğu ve kamu zararının gerçekleşmediği kesinleşmiş idari yargı kararlarından anlaşılmaktadır. Bu durum karşısında haksız fiil sorumluluğunun tespitinde Sayıştay kararına değer verilemez. Başka bir anlatımla, kesinleşmiş idari yargı kararı karşısında haksız fiil sorumluluk koşullarının oluştuğu kabul edilemez. Açıklanan nedenlerle yerel mahkemece, hak sahibi ilköğretim müfettişlerine yapılan harcırah ödemelerinin hukuka uygun bulunduğu, ortada bir zararın olmadığı ve davalıların bu ödemeler nedeniyle herhangi bir kusurlarının da bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmesi usul ve yasaya uygundur.

Taraflar arasındaki “tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Karabük 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 10.07.2008 gün ve 2008/69 E. – 354 K. sayılı kararın incelenmesi davacı Hazine vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin 05.04.2010 gün ve 2009/7754 E. – 2010/3873 K. sayılı ilamı ile; (“…Dava, haksız eylem nedeniyle uğranılan zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Yerel mahkemece istem reddedilmiş; karar, davacı tarafından temyiz olunmuştur.Davacı idare, tahakkuk memuru ve sayman olarak görev yapan davalıların; ilköğretim müfettişlerinin görev yeri dışında geçirdikleri çalışma sürelerine bakmaksızın, sürekli olarak, tam gün üzerinden geçici görev harcırahları ödediklerini, bu ödemelerin 6245 sayılı Harcırah Yasası’na aykırı olduğunu belirterek, uğradığı zararın ödetilmesini istemiştir. Davalılar ise, ödemelerin yasal düzenlemelere ve idari yargı kararlarına uygun olduğunu ileri sürerek, istemin reddedilmesi gerektiğini savunmuşlardır.

Yerel mahkemece, davalıların savunmaları doğrultusunda istem reddedilmiştir. 6245 sayılı Harcırah Yasası’nın 14. maddesinde, görev yeri dışında geçici olarak çalışmaları durumunda, Devlet memurlarının yol gideri ve yevmiye verileceğine ilişkin düzenleme yer almaktadır. Aynı yasanın 33/b maddesi gereğince; “Devamlı ikamet ettikleri yerler dikkate alınarak kurumlarınca belirlenen görev merkezi, mıntıka merkezi ve grup merkezi dışına teftiş, denetim, inceleme veya soruşturma görevi ile gönderilen… İlköğretim Müfettişleri ve Müfettiş Yardımcıları’ndan… il düzeyinde teftiş, denetim veya inceleme yetkisine sahip bulunanlara birinci derece kadrolu memur için tespit olunan gündelik miktarının 0,9 katı gündelik olarak ödenir.”

Yine aynı yasanın 39. maddesi gereğince, “Resmi bir görevle memuriyet mahalli içinde bir yere gönderilenlere gündelik verilmez. Geçici bir görevle memuriyet mahalli dışındaki bir yere gönderilenlerden, buralarda ve yolda öğle (saat 13.00) ve akşam (saat 19.00) yemeği zamanlarından birini geçirenlere 1/3, ikisini geçirenlere 2/3 oranında ve geceyi de geçirenlere tam gündelik verilir.” Açıklanan bu yasal kurallar karşısında, ilköğretim müfettişlerine ödenecek gündelikler yasada yer alan özel düzenlemelere göre belirlenmelidir. Davalıların 6245 sayılı Harcırah Yasası’nda gösterilen kuralların dışına çıkarak, ilköğretim müfettişlerinin tüm geçici görevleri nedeniyle, görev yeri dışında geçirdikleri sürelere bakmadan, tam ödeme yapmış olmaları doğru değildir. Gerçekten, dava konusu ödemelere ilişkin olarak verilen 21.07.2005 gün ve 338 sayılı Sayıştay kararı da bu yöndedir.Diğer yandan, ilköğretim müfettişlerinin görev yeri dışında geçirdikleri süreye bakılmaksızın tam gündelik verilmesi gerektiği yönünde önceki yıllara ilişkin olarak verilmiş idari yargı kararları varsa da bu davalar bireysel olup genel uygulamaya yönelik bir düzenleme içermemektedir. Bunun yanında, bu idare mahkemesi kararları yönünde verilmiş bir genel uygulama yönergesi olmadığından, davalıların yaptığı uygulamanın yasal bir dayanağı da bulunmamaktadır. Ancak ne var ki, önceki yıllarda davacı idare aleyhine verilmiş olan idare mahkemesi kararlarının etkisi ile idarenin gereksiz yere dava masrafı ödememesi kaygısı ile yapıldığı anlaşılan bu uygulamada davalıların kötü niyet veya ihmalinden söz edilemez. Bu nedenle usulsüz ödemeler ile ortaya çıkan zararın tamamından sorumlu tutulmaları hakkaniyete uygun düşmeyeceğinden B.K. 43. maddesi uyarınca zarardan uygun bir indirim yapılması gerektiği de düşünülmelidir.Yerel mahkemece açıklanan olgular gözetilerek, yukarıda gösterilen yasal düzenlemeleri tümü ile uygulamayıp fazla ödemeye ve böylece davacı idarenin zarara uğramasına yol açan davalıların, kapsamı belirlenecek zarardan sorumlu tutulmamış olmaları usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir…”) gerekçesiyle bozulup, dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Temyiz Eden: Davacı Hazine vekili.

Hukuk Genel Kurulu Kararı

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

Dava; haksız eylem nedeniyle uğranılan zararın ödetilmesi istemine ilişkindir.Mahkemece, “davaya konu yapılan ve Sayıştay’ın 1. Dairesi’nin 21.07.2005 tarih ve 338 sayılı kararında ilköğretim müfettişlerine fazla yapıldığı bildirilen 26.112.-YTL (TL) harcırah ödemelerinin, ödeme yapılan ve hak sahibi ilköğretim müfettişlerince emsal olarak gösterilip önceki dönemlere (2003 öncesi) ilişkin ve konu ile birebir örtüşen kesinleşmiş idari yargı kararlarına istinaden yapıldığı, tahakkuk memuru ve sayman olan davalıların söz konusu ödemelere ilişkin belgeleri düzenlerken yasaya uygun davrandıkları, dolayısıyla hak sahibi ilköğretim müfettişlerine 6542 sayılı Harcırah Kanunu’nun 33/(b) maddesine göre yapılan harcırah ödemelerinin hukuka uygun olması nedeniyle ortada bir zararın da olmadığı, davalıların bu ödemeler nedeniyle herhangi bir kusurlarının da bulunmadığı” gerekçeleriyle davanın reddine karar verilmiş; bu karar, davacı vekilinin temyizi üzerine, özel dairece yukarıda yazılı gerekçeyle bozulmuştur. Yerel mahkemece, önceki kararda direnilmiş; hükmü davalı vekili temyiz etmiştir.Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu’nun önüne gelen uyuşmazlık; aynı hukuki işleme ilişkin birbirine aykırı hem Sayıştay hem de idare mahkemesi kararlarının bulunması karşısında, bu kararlardan hangisine değer verileceği; burada varılacak sonuca göre, davalıların haksız eylem hukuki nedenine dayalı olarak tazminatla sorumlu tutulup tutulamayacakları, noktalarında toplanmaktadır.Gerçekten eldeki davada; davacı, Hazine kamu zararı bulunduğunu belirten Sayıştay kararına dayanmış; davalılar ise, yapılan ödemelerin hukuka uygun olduğunu belirtip, emsal idari yargı kararlarına dayanmışlardır.Bu noktada, öncelikle konuyla ilgisi bakımından Sayıştay ve kararlarının niteliği konusunda genel bir açıklama yapılmasında yarar vardır:

1924, 1961 ve 1982 Anayasa’ları, Sayıştay’ı Anayasal bir kurum olarak düzenlemişlerdir. Anayasa ve yasalardaki Sayıştay’la ilgili hükümler, belirli bir gelişme süreci içinde kararlılık göstermektedir. 1961 Anayasası’nın Sayıştay’la ilgili hükümleri, 1982 Anayasası’nın 160. maddesinde bazı eklemelerle temelde korunmuştur. 1982 Anayasası’nın Sayıştay konusunda getirdiği yenilik, Sayıştay’ın yargı bölümünde düzenlenmesi ve Sayıştay’ca verilen kesin hükümler hakkında idari yargı yoluna başvurulamamasıdır. Sayıştay, 1982 Anayasası’nın “Yargı” başlıklı üçüncü bölümünde yer almaktadır. Ne var ki, Sayıştay’a Anayasa’nın “Yargı” bölümünde yer veren yeni düzenleniş biçimi Sayıştay’ın yüksek yargı yeri olarak nitelendirilmesi için yeterli değildir.

Anayasa’nın “yargı” başlıklı üçüncü bölümünün “Genel Hükümler” başlığını taşıyan I. ayrımı; mahkemelerin bağımsızlığını, hakimlik ve savcılık güvencesini, hakimlik ve savcılık mesleğini, mahkemelerin kuruluşunu ve türlerini, “Yüksek Mahkemeler” başlığını taşıyan II. ayrımı da; Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve Uyuşmazlık Mahkemesi’ni düzenlemektedir. Anayasa’da yüksek yargı organları ve yargı düzenleri tek tek sayılmıştır. Sayıştay, yüksek yargı organları ve herhangi bir yargı düzeni arasında gösterilmemiştir. Nitekim Sayıştay, yargı bölümünün genel hükümleri ile hakim ve savcıları ve yüksek mahkemeleri düzenleyen ayrımında değil; idari bir kuruluş olan Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’ndan sonra gelen diğer bir ayrımda yer almaktadır. Sayıştay, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu gibi yargı bölümünde yer almasına karşın, Anayasa’nın 138-158. maddelerinde belirlenen ve düzenlenen yargı organlarından değildir.Anayasa’nın 160. maddesinin üçüncü fıkrasında, Sayıştay’ın işleyişinin yasayla düzenleneceği öngörülmüştür. Sayıştay, genel ve katma bütçeli idarelerin gelir ve giderlerini ve mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) adına denetlemek ve mali yönetimin belirli görevlilerinin hesaplarını yasasında gösterilen kendine özgü yöntemlerle incelenmekle görevlidir. Denetleme ve sorumluların hesaplarını kesin hükme bağlama TBMM adına yapılmaktadır. Bu denetim, yargısal değil özel yöntemler kullanılarak yapılan ve özü itibariyle idari nitelikte bir tür denetimdir.Yargı organlarının inceleme, araştırma ve hüküm verme yollarını düzenleyen yargılama yöntemleri ise, yalnızca yargı organlarında ve hakimlerce kullanılan yargılama yöntemlerini içerirler.Sayıştay’ın gerek iç düzenlemesinde gerekse çalışma yöntemlerinde yüksek yargı organlarına benzer düzenlemeler gözlenmektedir. Bu düzenlemeler Anayasa koyucunun değil, yasa koyucunun tercihinin sonucudur.

Sayıştay Yasası’nda, inceleme ve karar yolları için yargı organlarında kullanılan “yargılama”, “hüküm”, “temyiz”, “içtihadı birleştirme” ve “ilam” gibi terimlerin kullanılmış olması Sayıştay’ın işlevinin yargısal nitelikte olduğunu göstermez. Bu isimler altında ve çeşitli aşamalar durumunda yapılan çalışmalar, denetim işlevi olup hakimler tarafından yargı gücü kullanılarak yapılan bir uyuşmazlığın çözümü niteliğindeki işlerden değildir.

Bu nedenlerle Sayıştay’ın yargı organı olarak nitelendirilmesi olanaksızdır.1982 tarihli Anayasa’nın hazırlanışı sırasında Danışma Meclisi’nce Sayıştay, hesap mahkemesi olarak nitelenmiş ve yüksek mahkemeler arasında sayılmıştır. Anayasa tasarısının Milli Güvenlik Konseyi’nce incelenmesi sırasında ise, Sayıştay yargı organı sayılmayarak Danışma Meclisi metni değiştirilmiştir. Milli Güvenlik Konseyi’nce bu konuda yapılan değişikliğin gerekçesinde; (“…yargı yetkisinin ancak Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılabileceği göz önünde tutularak, Sayıştay, “İlk ve son derece hesap mahkemesidir.” ibaresi metinden çıkartılmıştır…”) denilmektedir.Bu husus da, Sayıştay’ın bir yargı organı olmadığını açıklıkla ortaya koymaktadır. Anayasa’nın hazırlık çalışmalarının ilk aşamasında Sayıştay bir yargı organı olarak düşünülmesine rağmen, son aşamada bundan vazgeçildiği de açıkça görülmektedir.

Anayasa’nın Sayıştay’a ilişkin 160. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinde; “Sayıştay, genel ve katma bütçeli dairelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme ve hükme bağlanma işlerini yapmakla görevlidir.” denilmektedir.   Anayasa, Sayıştay’a mali denetim yapabilmesi için kamu yönetimine ilişkin hesapları inceleyerek sonuçlandırılması görevini vermiştir.

Sayıştay’da uygulanan denetim sisteminde saymanlar ve kimi kamu görevlileri için farklı bir sorumluluk yöntemi uygulanmaktadır. Kamu görevlilerinin bağlı bulundukları yönetime karşı olan sorumlulukları, özel hukuk kurallarına göre, adliye mahkemelerince belirlenir. Saymanlar ve kimi kamu görevlileri için mali sorumluluk ise Sayıştay’ca saptanır. Bu sistemde Sayıştay’ca önce ilgililerin hesapları incelenmekte ve sonuçta, gerekirse, sorumluluğa karar verilmektedir. Sayman ve diğer kamu görevlileri, Sayıştay’ın kendilerini sorumlu tutan kararına karşı bir tür “itiraz” ile Sayıştay’da üst inceleme yoluna başvurabilmektedirler. Sorumluluğun saptanmasına ve sonucuna ilişkin kararlar Sayıştay’ca verilmektedir.

Böyle bir yapı, yargının temeli olan sav, savunma ve karar sürecine aykırıdır. Ayrıca, bu tür başvuru yolları uyuşmazlığın temel çözüm yolu olan ve tarafların varlığına dayanan “dava” gibi değerlendirilemez. Öte yandan, Sayıştay incelemelerinin son ve kesin nitelikte olduğunu göstermek üzere “kesin hüküm” terimi kullanılmıştır. Bu kararlar yargı yerlerince verilmiş ya da yargısal nitelikte hükümlerden değildir. Buradaki “kesinlik” yargısal anlamda değil, başka bir organca yeniden incelenememe ve değiştirilememe anlamındadır. Bütün bunlar, Sayıştay’ın uyuşmazlıkları çözümle görevli bir yargı yeri olmadığını göstermektedir.

Anayasa’nın 125. maddesinin ikinci fıkrası ile Yüksek Askeri Şûra kararları (07.05.2010 tarih ve 5982 Sayılı Kanunun 11. maddesiyle getirilen istisna hariç), 159. maddesinin onuncu fıkrası ise Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararları (07.05.2010 tarih ve 5982 Sayılı Kanunun 22. maddesiyle getirilen istisna hariç) yargı denetimi dışında tutulmuşlardır. Yüksek Askeri Şura ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararları aleyhine (istisnalar hariç) yargı yoluna başvurulamaması, bu kurullara mahkeme niteliğini kazandırmayacağı gibi, Anayasa’nın 160. maddesine göre Sayıştay’ca verilen kesin hükümler aleyhine idari yargı yoluna başvurulamaması da Sayıştay’a yargı organı niteliğini kazandırmaz. Anayasa’nın 160. maddesine göre Sayıştay, TBMM adına denetleme yapmak ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamakla görevlidir. Anayasa’nın 9. maddesine göre yargı yetkisi, Türk Ulusu adına bağımsız mahkemelerce kullanılır. Mahkemeler, yargı gücünü kullanarak yargılama yolları ile yasa kurallarını somut olaylara uygularlar ve taraflar arasındaki uyuşmazlıkları ve anlaşmazlıkları çözümlerler. Bu nedenle, TBMM adına denetim görevi yapan bir kuruluş, Anayasal bir kuruluş olsa bile yargı organı olarak nitelendirilemez. Nitekim, aynı görüş Anayasa Mahkemesi’nin 11.07.1991 gün ve E: 1990/ 39, K: 1991/21 sayılı kararı ile Uyuşmazlık Mahkemesi’nin 15.11.1993 gün ve E: 1993/46, K: 43 sayılı kararında da benimsenmiştir.Uyuşmazlık Mahkemesi’nin anılan kararında ayrıca, Sayıştay’ın, Anayasa’nın 158. ve 2247 Sayılı Yasanın 1. maddesinde sayılan yargı yerleri kapsamına girmediğinden Sayıştay’ca verilen karar ile adli yargı kararı arasında oluştuğu ileri sürülen hüküm uyuşmazlığının incelenmesinin, Uyuşmazlık Mahkemesi’nin görevi dışında kaldığı da belirtilmiştir.Nitekim, öğretide de, Sayıştay’ın bir yargı organı olmadığı benimsenmiştir (Onar, Sıddık Sami: İdare Hukukunun Umumi Esasları, Cilt: 2, İstanbul 1966, s. 794-795; Aksi yöndeki görüş için bakınız: Uz, Abdullah: Hesapları Kesin Hükme Bağlamakla Görevli Sayıştay’ın Yargısal Kimliği, AÜHF Dergisi,       Yıl: 2005, Cilt: 54, Sayı: 4, s. 369 vd.).

Görüldüğü üzere, bir yargı yeri olarak kabul edilmeyen Sayıştay’ın verdiği kararın da, “mahkeme ilamı” niteliğinde olduğu söylenemez.

Öyleyse, bir kanun hükmünün uygulanmasında, yargı mercileri ile Sayıştay’ın yorumunun bağdaşmaması ve dolayısıyla farklı bir sonuca varılmış olması halinde, yargı mercilerinin yorumuna dayanan mahkeme ilamına değer verilmesi gerekir. Nitekim, Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşmelerde; Sayıştay’ın verdiği kararın, aynı konuda verilmiş bir yargı merciinin kararı karşısında, “mahkeme kararı” olarak dikkate alınamayacağı hususu oybirliğiyle benimsenmiştir. Nihayet, mahkeme ilamı olarak nitelendirilmeyen Sayıştay kararının, ilgili olduğu konuda yargı yerlerince dikkate alınıp, “güçlü delil” olarak kabul edilmesine ise bir engel bulunmamaktadır. Öte yandan, sorumluluk hukukumuzda ilke olarak borcun kaynakları 818 sayılı Borçlar Kanunu (BK)’nda, “Borçların Teşekkülü” başlığı altında, sözleşmeden doğan borçlar (md. 1-40) ile haksız fiilden doğan borçlar (md. 41-60) düzenlenmiş; yine aynı başlık altında, borçların üçüncü genel kaynağı olarak, haksız (sebepsiz) iktisaba (md. 61-66) yer verilmiştir.BK’nun 41. maddesinde ifadesini haksız fiil, kusurlu ve hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar verilmesidir. Haksız fiilden söz edilebilmesi için, şu dört unsurun birlikte bulunması zorunludur: Öncelikle ortada hukuka aykırı bir fiil bulunmalıdır. İkinci unsur, fiili işleyenin kusurudur. Üçüncü olarak, kusurlu şekilde işlenen ve hukuka aykırı olan bu fiil nedeniyle bir zarar doğmalıdır. Nihayet, doğan zarar ile hukuka aykırı fiil arasında uygun nedensellik bağı bulunmalıdır. Bu unsurların tümünün bir arada bulunmadığı, bir veya birkaç unsurun eksik olduğu durumlarda, haksız fiilin varlığından söz edilemez.Borçlar Kanunu’nun 41. maddesine göre, kusurlu ve hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar veren kimse bu zararı tazmine mecburdur. Böylece haksız fiilden sorumluluk, tazminat borcunun kaynağını oluşturmaktadır. Özel bir sorumluluk hükmüyle düzenlenmemiş bütün hallerde bir kimse için haksız fiil sorumluluğunun söz konusu olması, BK’nun 41. maddesindeki şartların gerçekleşmesine bağlıdır. Öteki deyişle, ayrık bir düzenleme bulunmayan kusur sorumluluğu hallerinde, BK. m. 41 ve devamında yer alan esaslar uygulanır.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde:

Davacı Hazine’nin, Sayıştay 1. Dairesi’nin 21.07.2005 gün ve 338 sayılı tazmin kararı uyarınca, davalıların ilköğretim müfettişlerine fazladan harcırah ödemesinde bulundukları iddiasıyla, haksız eylem hukuksal nedenine dayalı olarak eldeki davayı açtığı anlaşılmaktadır.

Eldeki davaya dayanak yapılan Sayıştay’ın anılan kararında; davalı tahakkuk memurları (Şefika, Osman ve İsmail) ile saymanların (Yalçın, Filiz ve Mualla), ilköğretim müfettişlerine 6542 Sayılı Kanunun 39. maddesini dikkate almadan aynı kanunun 33/(b) maddesine göre, fazladan harcırah ödemesinde bulundukları gerekçesiyle, müştereken ve müteselsilen oluşan kamu zararından sorumlu oldukları belirlenmiştir.

Bunun üzerine, Karabük İl Milli Eğitim Müdürlüğü anılan Sayıştay kararında belirlenen fazla ödemenin iadesi için, fazla ödeme yapılan ilköğretim müfettişleri ile fazla ödeme yapan tahakkuk memuru olarak görevli ilköğretim müfettişlerine, borç bildirim belgelerini tebliğ etmiştir. Ödeme yapılan ilköğretim müfettişleri (Yüksel, Muzaffer, İbrahim, Mustafa, Aydın, Osman, Ramazan, Mustafa O.), Sayıştay kararına konu borcu ödememek için, kendileri hakkında borç doğuran idari işlemin (borç bildirim belgesinin) iptali ve ihtirazi kayıtla ödedikleri paranın iadesine karar verilmesi amacıyla Zonguldak İdare Mahkemesi’nde dava açmışlar; anılan davalarda, davacıların ödeme yapılmasında gerçek dışı beyanı ve hilesi bulunmadığı gibi gündeliklerin emsal mahkeme kararlarına istinaden 6542 sayılı Harcırah Kanunu’nun 33/(b) maddesine göre alındığı, yapılan ödemelerin hukuka uygun olduğu, gündeliklerin anılan kanunun 39. maddesine göre ödenmesi gerektiğinden bahisle fazla ödendiği ileri sürülen tutarın kişi borcu olarak davacı ilköğretim müfettişlerinden geri alınması yolundaki dava konusu işlemde hukuka uygunluk bulunmadığı gerekçesiyle, dava konusu işlemin iptaline, davacı ilköğretim müfettişlerinin işlem nedeniyle geri ödedikleri miktarların davalı idarece davacılara ödenmesine karar verildiği, kararların itiraz edilmeksizin kesinleştiği, dava dosyaları kapsamından anlaşılmaktadır. Bu arada, davalıların savunmalarında ileri sürdükleri emsal yargı (Zonguldak İdare Mahkemesi) kararlarında ise, 2003 yılı öncesine ait (2002 yılı) dönemde ilköğretim müfettişlerine ödenecek gündeliklerin 6542 sayılı Harcırah Kanunu’nun 33/(b) maddesine göre yapılması gerektiği belirtilmiş olup; anılan idare mahkemesi kararlarına itiraz edilmesi sonucu Bölge İdare Mahkemesi’nce itirazın reddi ile ilköğretim müfettişleri lehine onanmasına karar verildiği, dosya kapmasından anlaşılmaktadır.Tüm bu açıklamalara göre, Sayıştay kararında, 2003 yılı idare hesabının denetimi sırasında ilköğretim müfettişlerine ödenen gündeliklerin 6542 sayılı Harcırah Kanunu’nun 39. maddesine göre yapılması gerektiği halde, anılan kanunun 33/(b) maddesine yapılması nedeniyle, fazladan harcırah ödemesinde bulunan davalıların kamu zararına neden oldukları dolayısıyla tazmin borcu ile sorumlu oldukları belirlenmiş; öte yandan, kendilerine ödeme yapılan ilköğretim müfettişlerinin, idari yargıda açtıkları davalarda, gündeliklerini 6542 sayılı Harcırah Kanunu’nun 33/(b) maddesine göre almalarının hukuka uygun olduğu, kendileri hakkında borç doğuran, anılan kanunun 39. maddesine göre almaları gerektiği yönündeki idari işlemin ise iptali gerektiği gerekçesiyle bunlar lehine olmak üzere işlemin iptaline ve ödedikleri paranın iadesine karar verilen yargı kararları bulunmaktadır.Yukarıda belirtildiği üzere, Sayıştay’ın verdiği kararın, aynı konuda verilmiş bir yargı merciinin kararı karşısında, “mahkeme kararı” olarak dikkate alınamayacağı benimsenmiş olduğuna ve ödeme yapılan (bu arada davalı Osman dahil) ilköğretim müfettişlerinin gündeliklerini 6542 sayılı Harcırah Kanunu’nun 33/(b) maddesine göre almalarının hukuka uygun bulunduğunun kesinleşen idari yargı ilamlarıyla hükme bağlandığına göre, haksız fiil sorumluluğunun tespitinde Sayıştay kararına değer verilemez.

Şu durumda, kesinleşen idari yargı kararlarında davalıların yaptıkları harcırah ödemelerinin hukuka uygun olduğu ve bu nedenle de kamu zararının gerçekleşmediği belirlendiğine göre, eldeki davada ileri sürülen haksız fiil hukuki nedeninin yasal şartlarının oluştuğu söylenemez.

Bir an için Sayıştay kararı gereğince, kamu zararı oluştuğu gerekçesiyle davalıların sorumlu olduklarının benimsenmiş olması halinde dahi, ödeme yapan davalılar, kendilerine ödeme yapılan ilköğretim müfettişlerine rücu etmek istediklerinde, yukarıda belirtilen idari yargı kararlarının bu rücuya hukuki açıdan engel oluşturacağı aşikardır. Dolayısıyla, böyle bir kabul halinde bir tarafta adli yargının zarardan sorumlu tutan kararı ile diğer tarafta zararın gerçekleşmediğini kesin olarak belirleyen idari yargı kararı arasında çelişki doğacak; bu durum ise, Anayasa’nın 2. maddesiyle toplum yaşamında eşitlik temeline dayanan hakça bir hukuk düzeni kurulmasını amaçlayan hukuk devleti ilkesine aykırı düşecektir. Yukarıda açıklanan maddi ve hukuki olgular karşısında haksız fiil hukuki nedenine dayalı sorumluluk şartlarının davalılar yönüyle gerçekleşmediği anlaşıldığından, paralel gerekçelere dayalı yerel mahkeme kararı usul ve kanuna uygundur. O halde, direnme kararının onanması gerekir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı davacı vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile direnme kararının yukarıda açıklanan nedenlerle ONANMASINA, Harçlar Kanunu’nun değişik 13. maddesinin “J” bendi gereğince harç alınmamasına, 29.06.2011 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

Yazıldı Yargı Kararları

Yargıtay Kararı Hakkında

Nis01
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

T.C.

YARGITAY
Ceza Genel Kurulu

Esas No :                   Karar No:                  Tebliğname:

2014/4-534              2015/332                   2014/38094

Y A R G I T A Y K A R A RI

Kararı Veren Yargıtay Dairesi 4. Ceza Dairesi
Mahkemesi İZMİR 21. Asliye Ceza
Günü 25.11.2013
Sayısı 729-735
Davacı K.H.
Katılan Konak Belediye Başkanlığı
Sanık İbrahim Aydın
Temyiz Eden Katılan vekili

ÖZÜ: Ruhsatsız yapının yıkılması, alınması gerekli önlemler, ihtiyaç duyulan teknik ekipmanlar vs. itibariyle çoğu zaman yapı sahibi tarafından gerçekleştirilemeyecek bir eylem olduğundan, yapı sahiplerinin nasıl olsa yıkım masraflarını ödeyecekleri düşüncesi ile yıkımın idare tarafından gerçekleştirilmesini beklemelerinin doğal karşılanması gerektiği, böyle bir durumda ise salt yıkımın fail tarafından gerçekleştirilmediğinden bahisle etkin pişmanlık hükmünün uygulanmamasının adil bir çözüm olmayacağı, bu nedenle yıkımın idarece gerçekleştirildiği hallerde failin yıkıma fiilen karşı gelip gelmediği ve iradi olarak yıkım masraflarını karşılayıp karşılamadığı hususları araştırılarak failin fiilen yıkıma karşı gelmediğinin ve cebri icra gibi herhangi bir zorlama olmaksızın kendiliğinden yıkım masrafları ödediğinin tespit olunması halinde sanık lehine TCK’NUN 184/5. maddesinin uygulanma şartlarının gerçekleştiği kabul edilmeli aksi durumda ise anılan etkin pişmanlık hükmü uygulanmamalıdır.

Sanık İbrahim Aydın hakkında imar kirliliğine neden olma suçundan açılan kamu davasının 5237 sayılı TCK’NUN 1.84/5 ve 5271 sayılı CMK’NUN 223/8. maddeleri uyarınca düşürülmesine ilişkin, İzmir 25. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 13.12.2007 gün ve 411-874 sayılı hükmün katılan vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 4. Ceza Dairesince 26.03.2012 gün ve 6130-6833 sayı ile;

“Sanığın suça konu yapıyı kendisinin yıkmadığı, yapının encümen kararına istinaden Konak Belediyesi ekipleri tarafından yıkıldığının anlaşılması karşısında, 5237 sayılı TCK’NUN 184/5. maddesinde belirtilen koşulların oluşmamasına karşın sanık hakkında yazılı şekilde düşme karan verilmesi ” isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmiş,

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı ise 20.05.2012 gün ve 89346 sayı ile;

“…Özel Dairenin bozma gerekçesi TCK’NUN etkin pişmanlık niteliğinde olan 184/5. maddesindeki ‘Kişinin, ruhsatsız yada ruhsata aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar plânına ve ruhsatına uygun hale getirmesi halinde, bir ve ikinci fıkra hükümleri gereğince kamu davası açılmaz, açılmış olan kamu davası düşer, mahkum olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar’ biçimdeki yasal düzenlemenin amacına aykırı düşmektedir. Türk Ceza Kanununda etkin pişmanlığa ilişkin birçok düzenlemeye yer verilmiştir. TCK’NUN ‘Etkin Pişmanlık’ başlıklı 168/1. madde ve fıkrasına göre; ‘(1) Hırsızlık, mala zarar verme, güveni kötüye kullanma, dolandırıcılık, hileli iflâs, taksirli iflâs ve karşılıksız yararlanma suçları tamamlandıktan sonra ve fakat bu nedenle hakkında kovuşturma başlamadan önce, failin, azmettirenin veya yardım edenin bizzat pişmanlık göstererek mağdurun uğradığı zararı aynen geri verme veya tazmin suretiyle tamamen gidermesi halinde, verilecek cezanın üçte ikisine kadarı indirilir’. Yine Yasanın ‘Etkin Pişmanlık’ başlıklı 221/3. madde ve fıkrasına göre; ‘Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeden yakalanan örgüt üyesinin, pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi hâlinde, hakkında cezaya hükmolunamaz. Yasanın bir başka Etkin Pişmanlık’ başlıklı 248/2. madde ve fıkrasına göre; ‘Kovuşturma başlamadan önce, gönüllü olarak, zimmete geçirilen malın aynen iade edilmesi veya uğranılan zararın tamamen tazmin edilmesi hâlinde, verilecek cezanın yansı indirilir. Etkin pişmanlığın hükümden önce gerçekleşmesi hâlinde, verilecek cezanın üçte biri indirilir’. TCK’NUN 254/2. maddesine göre de; ‘Rüşvet veren veya bu konuda kamu görevlisiyle anlaşmaya varan kişinin, soruşturma başlamadan önce, pişmanlık duyarak durumdan soruşturma makamlarını haberdar etmesi hâlinde, hakkında rüşvet suçundan dolayı cezaya hükmolunamaz.; verdiği rüşvet de kamu görevlisinden alınarak kendisine iade edilir’. Görüldüğü üzere yasa koyucu diğer etkin pişmanlığa ilişkin düzenlemelerden farklı olarak TCK’nun184/5 madde ve fıkrasında fail’ kavramından kaçınarak ‘kişinin’ ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar plânına ve ruhsatına uygun hale getirmesi halinde bu düzenlemeden yararlanabileceğinden söz etmiştir. Kişi kavramını suçun failiyle özdeşleştirmek mümkün değildir. Konak Belediyesi yıkım görevlileri tarafından 3194 sayılı İmar Kanununun 32/son maddesindeki; ‘Aksi takdirde, ruhsat iptal edilir. Ruhsata aykırı veya ruhsatsız yapılan bina, belediye encümeni veya il idare kurulu kararını müteakip, belediye veya valilikçe yıktırılır ve masrafı yapı sahibinden tahsil edilir’ düzenlemesinden kaynaklanan yasal yetki çerçevesinde imar mevzuatına aykırı olarak inşa edilmiş, ruhsatsız, kaçak yapının yıkımı sürecinde sanığın herhangi bir engellemesi olmamıştır. Yıkını sürecinde sanık yıkıma karşı gelmemiştir, yıkım görevlilerini engellememekle yıkım sürecine pasif olarak iştirak etmiş, mevzuat çerçevesinde yıkım görevlilerinin yıkıma yönelik eylemlerinin ve işlemlerinin meşruluğunu kabullenmiştir. Yasanın 184/5. madde ve fıkrasında yer verilen etkin pişmanlık hükümlerinden istifade etmesi koşulu, kişinin bizatihi hukuka aykırılık teşkil eden kaçak inşaatı yıkması veya yıktırması gerekir, biçiminde yorumlanmamalıdır. Bu yorum yasanın bu hükmünün işlevsizleştirilmesine yol açacak, hak ve adalete aykırı sonuçların doğmasına, telafisi olanaksız mağduriyetlere yol açabilecektir. Yasal düzenlemede önemli olan hukuka aykırılık durumunun telafi edilmesidir. Aykırılığın kim tarafından giderildiğinin bir önemi yoktur; aykırılık hukuka uygun hale, getirilmişse\ kaçak yapı yıkılmışsa veya ruhsata bağlanmışsa TCK’nun 184/5. madde ve fıkrasının fail hakkında uygulanması mümkün olacaktır. Bu yasal düzenlemeyle yasa koyucu soruşturma aşamasında hukuka aykırılığın giderilmesi durumunda kişi hakkında kamu davasının açılamayacağını, kovuşturma ve mahkûmiyet hükmünün kesinleşmesi veya cezanın infazı süreçlerinde derdest davayla ilgili olarak düşme, kararın kesinleşmesi halinde de cezanın bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasına karar verileceğini öngörmüştür.

Fail, belediye tüzel kişiliği tarafından İmar Yasasının 32/son maddesi kapsamında yapılan yıkım işleminin hukuksal sonuçlarına tazminat yükümlülüğü çerçevesinde katlanacaktır. Mevzuata aykırı yapının yıkımı nedeniyle belediye, tüzel kişiliğinin emek ve mesaisine, amortisman giderlerine, sair giderlere, özel hukuk hükümleri, haksız fiilden kaynaklanan sorumluluk çerçevesinde kaçak yapıyı yapan, yaptıran kişi katlanacaktır.

Bu nedenle yerel mahkemenin; ‘…Sanık hakkında her ne kadar imar kirliliğine sebebiyet verdiği iddiasıyla kamu davası açılmış ise de, yapılan binanın belediye görevlilerince 17.04.2007 günü yıkılarak eski hale getirildiği anlaşıldığından, sanık hakkında açılan kamu davasının 5237 sayılı TCK’NUN 184/5. maddesi uyarınca düşürülmesine’ ilişkin karan TCK’NUN 184/5. maddesinin yorumuna, konuluş amacına uygun bir karardır’ görüşüyle itiraz kanun yoluna başvurmuş,

Kararına itiraz edilen Yargıtay 4. Ceza Dairesince 03.07.2013 gün ve 28163-21130 sayı ile;

“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının itiraz gerekçeleri yerinde görülmekle, 6352 sayılı Kanunun 99. maddesiyle eklenen 5271 sayılı CMK’NUN 308. maddesinin 3. fıkrası uyarınca itirazın kabulüne,

Dairemizce verilen 26.03.2012 tarih ve 2010/6130 esas, 201.2/6833 karar sayılı bozma kararının kaldırılmasına,

İzmir 25. Asliye Ceza Mahkemesince verilen 13/12/2007 gün ve 2007/411 esas, 2007/874 karar sayılı hükmün yeniden incelenmesi sonucu: Başkaca nedenler yerinde görülmemiştir.

Ancak;

TCK’NUN 184/5. maddesinde yer alan ‘kişinin ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar planına ve ruhsata uygun getirmesi halinde, bir ve ikinci fıkra hükümleri gereğince kamu davası açılmaz, açılmış olan kamu davası düşer, mahkûm olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar’ biçimindeki düzenlemeye göre; Konak Belediye. Başkanlığı tarafından yıkılan binada, sanığın yıkım giderlerini ödeyip ödemediği araştırılarak, giderlerin sanık tarafından karşılandığının belirlenmesi durumunda düşme karan verileceği gözetilmeden, eksik araştırma ve yetersiz gerekçe ile hüküm kurulması,

Kanuna aykırı ve katılan Konak Belediye Başkanlığı vekilinin temyiz, nedenleri verinde görüldüğünden tebliğnameye uygun olarak hükmün Bozulmasına, yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine. ” karar verilmiştir.

İzmir 21. Asliye Ceza Mahkemesi ise 25.11.2013 gün ve 729-735 sayı ile;”…İmara aykırı olarak yapılan yerin İmar Kanununun 32. maddesi uyarınca belediye veya valilikçe yıkılması mümkün olduğu gibi üçüncü bir kişi tarafından da yıkılması mümkündür. Böyle bir durumlarda sanığın etkin pişmanlık hükümlerinden yararlandırılmasını belediye, valilik veya 3. kişilerin yıkım masraflarını karşılaması koşuluna bağlanması hakkaniyete aykırı olacaktır. Belediye tarafından yıkım için yapılan masrafların İmar Kanununun 32/son maddesine göre yapı sahibinden özel hukuk hükümleri uyarınca tahsili mümkün bulunmaktadır. ” gerekçesiyle direnerek önceki hükümde olduğu gibi kamu davasının düşürülmesine karar vermiştir.Bu hükmün de katılan vekili tarafından  temyiz edilmesi üzerine, Yargıtay C. Başsavcılığının 08.09.2014 gün ve 38094 sayılı “onama” istekli tebliğnamesi ile Yargıtay Birinci Başkanlığına gönderilen dosya, Ceza Genel Kurulunca değerlendirilmiş ve açıklanan gerekçelerle karara bağlanmıştır.

TÜRK MİLLETİ ADINA

CEZA GENEL KURULU KARARI

Özel Daire ile yerel mahkeme arasında oluşan ve Ceza Genel Kurulunca çözümlenmesi gereken uyuşmazlık; İmar kirliliğine neden olma suçundan sanık; hakkında, ruhsatsız yapının 3194 sayılı İmar Kanununun 32. maddesi uyarınca belediye görevlileri tarafından yıkıldığı somut olayda, 5237 sayılı TCK’NUN 184/5. maddesinin hangi şartlarda uygulanabileceği, bu bağlamda sanığın yıkım giderlerini ödeyip ödemediği, hususunun araştırılmasına gerek olup olmadığı noktasında toplanmaktadır.

İncelenen dosya kapsamından;

İzmir Konak Belediyesi Yapı Kontrol Müdürlüğü görevlileri tarafından 14.02.2007 günü yapılan denetim sırasında, 3178 Sokak No: 9’da, tapunun 30430 ada, 2 parsel sırasında kayıtlı bulunan taşınmazın tamamının tuğla duvarla örülüp üzeri, eternitle kapatılarak depoya dönüştürüldüğünün tespit edilip, durumun 567 kayıt numaralı yapı tatil zaptı ile tutanağa bağlanarak bir nüshasının yapı yerinde bırakılıp öbür nüshasının ise imza karşılığı muhtarlığa teslim edildiği,

Yapı tatil zaptında inşaatın durdurulduğu belirtilerek İmar Kanunu uyarınca ruhsata aykırı binanın bir ay içinde ruhsata bağlanarak ya da yıkılarak mahsurun giderilmesi gerektiği, aksi halde encümence anılan Kanunun 32 ve 42. maddeleri uyarınca para ve yıkım cezası . .uygulanacağının ve ayrıca eylem TCK’NUN  184. maddesi uyarınca suç teşkil ettiğinden suç  duyurusunda bulunacağının ihtar edildiği, Yapının ruhsata bağlanmaması ve yıkılmaması üzerine Konak Belediyesi Encümenince 01.03.2007 gün ve 509 sayılı karar ile ruhsatsız inşaatın 3194 sayılı Kanunun 32. maddesine göre yıkılmasına, gereği için evrakın Yapı Kontrol Müdürlüğüne gönderilmesine karar verildiği,

Encümen kararının 14.03.2007 tarihinde sanığın kendisine tebliğ olunduğu, 11.04.2007 tarihinde Yapı Kontrol Müdürlüğü Yıkım Şubesi görevlilerince ruhsatsız yapının yıkıldığı,

Mahkemece yıkım masraflarının sanık tarafından karşılanıp karşılanmadığı hususunun araştırılmadığı, sanığın da bu konuda dosyaya yansıyan olumlu-olumsuz bir beyanının bulunmadığı,

İzmir Konak 4. Bölge Tapu Sicil Müdürlüğü tarafından düzenlenmiş bulunan tapu sicil özetinde; 30430 ada, 2 parselinde kayıtlı tek katlı kâgir evin sanık İbrahim Aydın adına kayıtlı bulunup edinme tarihinin 13.06.2006 olduğu bilgilerine yer verildiği,

Belediye ve mücavir alan sınırları içinde imar mevzuatına aykırı olarak yapılan yapılara ait başvuru dilekçe formu, İzmir Belediyesi Elektrik, Su, Havagazı, Otobüs ve Troleybüs İşletme İdaresinin Tenvirat/müteharrik Kuvvet Belgesi ve Harita Müdürlüğü Numarataj Amirliği yazılarından, taşınmazdaki tek katlı yapının ruhsatsız olup konut olarak kullanım amaçlı olduğu, 09.06.1983 tarihinde kaydı için Belediyeye müracaat edildiği ve 10.11.1983 tarihinde binaya elektrik verildiği,

Sanığın aşamalarda özetle; suça konu yeri 1,5 yıl kadar önce satın aldığını, eski kâgir evin çatısını, değiştirip depoya dönüştürdüğünü ancak yaptığı işlemin ruhsatı gerektirmediğini, belediyece bu yerle ilgili ruhsatsız olduğundan bahisle tutanak tutulup 11.04.2007 tarihinde de yıkıldığım, yıkıma karşı gelmediğini savunduğu,

Anlaşılmaktadır.

5237 sayılı TCK’NUN “ İmar Kirliliğine Neden” olma başlıklı 184. maddesi:

“(1) Yapı ruhsatiyesi alınmadan veya ruhsata aykırı olarak bina yapan veya yaptıran kişi, bir yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(2)       Yapı ruhsatiyesi olmadan başlatılan inşaatlar dolayısıyla kurulan şantiyelere elektrik, su veya telefon bağlantısı yapılmasına müsaade eden kişi, yukarıdaki fıkra hükmüne göre cezalandırılır.

(3)       Yapı kullanma izni alınmamış binalarda herhangi, bir sınai faaliyetin icrasına müsaade eden kişi iki yıldan beş yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.

(4)       Üçüncü fıkra hariç, bu madde hükümleri ancak belediye sınırları içinde veya özel imar rejimine tabi yerlerde uygulanır.

(5)                Kişinin, ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar planına ve ruhsatına uygun hale getirmesi halinde, bir ve ikinci fıkra hükümleri gereğince kamu davası açılmaz, açılmış olan kamu davası düşer, mahkûm olunan ceza bütün sonuçlarıyla ortadan kalkar.” biçiminde düzenlenmiş olup,

Maddenin birinci fıkrasında, yapı ruhsatiyesi almadan veya ruhsata aykırı olarak bina yapmak veya yaptırmak; ikinci fıkrasında yapı ruhsatiyesi olmadan başlatılan inşaatlar için kumlan şantiyelere elektrik, su ve telefon bağlantısı yapılmasına izin verilmesi, üçüncü fıkrasında da yapı kullanma izni alınmamış binalarda herhangi bir sınai faaliyetin icrasına müsaade edilmesi suç olarak tanımlanmış, dördüncü fıkrasında üçüncü fıkrası hariç bu madde hükümlerinin uygulanma alanı ile ilgili sınırlama getirilmiş, uyuşmazlık konusu beşinci fıkrasında ise, birinci ve ikinci fıkralarda tanımlanan suçları işleyenler hakkında, ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yapılan veya yaptırılan binanın imar planına ve ruhsatına uygun hale getirilmesi halinde kaimi davası açılmayacağı, açılmış kamu davasının düşeceği ve mahkûm olunan cezanın bütün sonuçlarıyla ortadan kalkacağı hüküm altına alınmıştır. Beşinci fıkra hükmü hükümet tasarısında ve adalet komisyonunca kabul edilen metinde yer almamakta olup TBMM Genel Kumlunda yapılan görüşmeler sırasında verilen bir önerge ile maddeye eklenmiş, önerge gerekçesinde; “Bu değişiklikle, imar kirliliğine aykırı davranışların ortaya çıkardığı sonuçların ortadan kaldırılmasının sağlanması amaçlanmıştır” açıklamasına yer verilmiştir.

TCK’NUN 184/5. maddesi niteliği itibariyle bir etkin pişmanlık hükmüdür. Bu nedenle uyuşmazlığın sağlıklı bir biçimde çözümlenebilmesi için etkin pişmanlık müessesesi üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır.

5237 sayılı TCK’NUN kabul ettiği suç teorisi uyarınca, suçun kanuni tanımında yer alan unsurların gerçekleşmesiyle, ortaya cezalandırmaya layık bir haksızlık çıkmakta, kusuru kaldıran bir sebebin de bulunmaması hâlinde fail hakkında bir cezaya hükmolunmaktadır. Fakat bazı hâllerde kanun koyucu, failin cezalandırılması için başka birtakım unsurların da bulunması ya da bulunmamasını aramıştır. İşte haksızlık ve kusur isnadı dışında kalan bu gibi hususlar “suçun unsurları dışında kalan hâller” başlığı altında ele alınmaktadır. Bunlardan failin cezalandırılması için gerekli olanlara “objektif cezalandırılabilme şartlan”, bulunmaması gerekenlere de, “şahsi cezasızlık sebepleri” veya “cezayı kaldıran veya azaltan şahsi sebepler” denilmektedir. (Mahmut Koca-İlhan Üzülmez, Türk Ceza Hukuku Genel Hükümler, Seçkin Yayınevi, Ankara, 2015, 8. Baskı, s.351). Bu yönüyle etkin pişmanlık cezayı kaldıran veya cezada indirim yapılmasını gerektiren şahsi sebepler arasında yer almaktadır.

İşledikleri suç nedeniyle kişilerin cezalandırılması kural olmakla birlikte, bazı şartların gerçekleşmesi halinde, kişi hakkında ceza davasının açılmasından, açılmış olan davanın devamından ve sonuçta ceza verilmesinden ya da mahkûm olunan cezanın infazından vazgeçilmesi izlenen suç politikasının bir gereğidir. Bilindiği üzere suç, bir süreç içinde işlenmekte olup, buna suç yolu (iter criminis) denilmektedir. Bu süreçte fail Önce belli bir suçu işlemek hususunda karar vermekte, daha sonra bunun icrasına yönelik hazırlıkları yapmakta, son olarak da icra hareketlerini gerçekleştirmektedir. Çoğu suç, fiilin icra edilmesiyle tamamlanırken, kanuni tarifte ayrıca bir unsur olarak neticeye yer verilen suçlarda suçun tamamlanması için fiilin icra edilmesinden başka ayrıca söz konusu neticenin de gerçekleşmesi aranmaktadır. Türk Ceza Kanununun 36. maddesindeki “gönüllü vazgeçme” düzenlemesi ile failin suç yolundan dönerek suçun tamamlanmasını veya neticenin gerçekleşmesini önlemesi; etkin pişmanlığa ilişkin düzenlemeler ile de, suç tamamlandıktan sonra hatasının farkına vararak nedamet duyup neden olduğu haksızlığın neticelerini gidermesi için teşvikte bulunulması amaçlanmıştır.

5237 sayılı TCK’nda etkin pişmanlık, bütün suçlarda uygulanabilecek genel bir büküm olarak değil, özel suç tipleri bakımından uygulanabilecek istisnai bir kurum olarak düzenlenmiştir. Bu bağlamda kanun koyucu bazı suçlara ilişkin etkin pişmanlık düzenlemesini “etkin pişmanlık” başlığıyla bağımsız bir madde hâlinde (TCK 93, 110, 168, 192, 201, 221, 248, 254, 269, 274, 293), bazılarını ise suç tipinin düzenlendiği maddenin bir fıkrası şeklinde yapmıştır. (TCK 184/5, 230/5, 245/5, 275/2-3, 281/3, 282/6, 289/2, 297/4, 316/2). Bu düzenlemelerin bir kısmında etkin pişmanlık nedeniyle failin cezasının bütünüyle ortadan kaldırılması öngörülmüş iken bir kısmında ise sadece belli oranda indirilmesi kabul edilmiştir.

Etkin pişmanlık, kanunun etkin pişmanlığa imkan tanıdığı her suç tipinde o suçun karakterine uygun bir yapıya bürünmektedir. (Yasemin Baba, Türk Ceza Kanununda Etkin Pişmanlık, 12 Levha Yayınlan, İstanbul, 2013, 1. Baskı, s. 22) Ancak bu durum etkin pişmanlık düzenlemeleri arasında hiçbir ortak unsur olmadığı anlamına gelmemektedir. Gerek Türk Ceza Kanunundaki gerekse özel ceza kanunlarındaki etkin pişmanlık düzenlemeleri incelendiğinde ve öğreti ile yargısal kararlardaki görüşler değerlendirildiğinde “etkin pişmanlığın” unsurlarının;

1-                                Kanunda etkin pişmanlığa imkân tanıyan bir düzenleme bulunması,

2-                                 Suçun tamamlanmış olması,

3-                                 Failin kanunda öngörülen biçimde aktif bir davranışının olması,

4-                                 Failin bu davranışın iradi olması,

Şeklinde belirlenmesi mümkündür.

Etkin pişmanlığın uygulanabilmesi için öncelikle kanunda o suç ve faili bakımından buna imkan tanıyan özel bir düzenleme bulunması gerekir. Her suç açısından etkin pişmanlığın uygulanması mümkün değildir. Esasen niteliği gereği her suç etkin pişmanlığa elverişli de değildir. O suç tipi bakımından kanunda etkin pişmanlık düzenlemesi öngörülmemişse “kanunilik ilkesi” uyarınca kıyas veya yorum yoluyla da olsa etkin pişmanlık uygulanamaz Örneğin; TCK’NUN 168. maddesinde malvarlığına yönelik bazı suçlar bakımından etkin pişmanlık düzenlemesi öngörülmüştür. Suç eşyasının satın alınması veya kabul edilmesi suçu bu suçlar arasında sayılmadığından, bu suç da malvarlığına yönelik bazı bir suç olmasına karşın TCK’NUN 168. maddesinin uygulanması mümkün değildir. Etkin pişmanlık hükmünün uygulanabilmesi için suçun tamamlanmış olması gerekir. Teşebbüs aşamasında kalan suçlar bakımından etkin pişmanlıktan söz edilemez ancak şartlan var ise “gönüllü vazgeçme” gündeme gelebilir. Etkin pişmanlığın diğer bir şartı failin kanunda öngörülen biçimde aktif bir davranışının bulunmasıdır. Gerçekten de etkin pişmanlığa ilişkin düzenlemeler incelendiğinde “suçun meydana çıkmasına ve diğer suçluların yakalanmasına hizmet ve yardım etme”, “mağdurun şahsına zararı dokunmaksam kendiliğinden güvenli bir yerde serbest bırakma”, “mağdurun uğradığı zararı aynen geri verme veya tazmin suretiyle tamamen giderme”, “diğer suç ortaklarını ve sahte olarak üretilen para veya kıymetli damgaların üretildiği veya saklandığı yerleri merciine haber verme”, “örgütü dağıtma veya verdiği bilgilerle örgütün dağılmasını sağlama”, “iftiradan dönme”, “gerçeği söyleme” gibi çeşitli şekillerde failden işlediği suçla gerçekleşen haksızlığın neticelerini mümkün olduğunca ortadan kaldırmaya yönelik aktif davranışlarda bulunmasının arandığı görülmektedir. Gerçekleştirdiği haksızlığın neticelerini kanunun aradığı biçimde ortadan kaldırmaya yönelik hiçbir aktif davranışta bulunmayan fail hakkında etkin pişmanlık hükmünün uygulanması mümkün değildir. Nitekim müessesenin adlandırılmasında sergilenmesi gereken davranışın bu özelliğine binaen “etkin” kelimesi tercih edilmiştir. Karşılaştırılmalı hukukta da müessesenin adlandırılmasında benzer bir vurgunun yapıldığı görülmektedir. Örneğin; sırasıyla Alman, Fransız, İspanyol ve İngiliz Hukukunda adlandırma şu şekildedir: “Tâtige Reue”, “Repentir actif”, “Arrepentimiento activo efîcaz”. “Active repertance”. Ancak aktif davranış, bizzat failin tarafından bir davranışta bulunmasının zorunlu olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Failin iradesine dayanan üçüncü kişinin hareketi de, bu hareketin yapılmasına fail tarafından neden olunduğu sürece yeterli kabul edilmelidir.

Etkin pişmanlığın varlığının kabul edilebilmesi için sanığın suç. sonrası sergilediği aktif davranışın iradi olması da lazımdır. Bu şart etkin pişmanlığın sübjektif unsurunu teşkil etmektedir. Etkin pişmanlığın varlığının kabulü için tek başına failin haksızlığın sonuçlarını ortadan kaldırmaya yönelik davranışlarda bulunmuş olması yeterli değildir. Etkin pişmanlıkta fail, suç sonrası zararı gidermeyi, engellemeyi, düzeltmeyi ya da tehlikeyi önlemeyi iradi yani gönüllü olarak yapmalıdır. Çoğu zaman fail bu tür davranışları, suçu işledikten sonra duyduğu pişmanlığın tesiri ile yapmaktadır. Bu nedenle müessesenin adlandırılmasına tercih edilen, ikinci kelime de “pişmanlık” olmuştur. Aynı şekilde karşılaştırılmalı hukukta da örnekleri verilen isimlerden anlaşılacağı, üzere “tövbe” kelimesi ile bu vurgunun yapıldığı görülmektedir. Etkin pişmanlıkta ceza verilmesinden vazgeçilmesinin yahut cezadan indirim yapılmasının temelinde failin bu pişmanlığı yatmaktadır. Zira cezalandırılmada güdülen asıl amaç kişinin pişmanlık duymasını sağlayıp yeniden topluma kazandırılmasıdır. Failin dışa yansıyan davranışının pişmanlığının tezahürü olarak kabul edilebilecek derecede iradi olması yeterli olup iç dünyasına bakılıp gerçekten samimi olup olmadığı aranmaz. Bu bakımdan sanığın davranışında cezadan kurtulma saikı de etkili olmuş olsa, önemli olan salt bu saikle hareket edilmemiş olmasıdır. 5237 sayılı TCK’NUN uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti suçlarında etkin pişmanlığa ilişkin 192. maddesiyle ilgili Adalet Komisyonunda yapılan görüşmelerde kanunun hazırlanmasında görevli akademisyenlerden Adem Sözüer “…Gönüllü vazgeçme veya etkin pişmanlıkta, biz, kişinin iç dünyasında gerçekten nedamet duyup duymadığına bakmıyoruz sadece. Yanı, gönüllü vazgeçme ve etkin pişmanlık da, biz, suç politikası gereğince, kişinin suç yolundan, kendi iradesiyle dönüp dönmemesine bakıyoruz. O yüzden, kendi iç dünyasında gerçekten pişmanlık duyup duymadığına ilişkin konular, aslında ne gönüllü vazgeçmeyi, suça teşebbüsü ne de buradaki etkin pişmanlığı belirleyici unsuru değildir” şeklinde açıklamalarda bulunmuştur. (Adalet Bakanlığı Yayın İşleri Dairesi Başkanlığı, Tutanaklarla Türk Ceza Kanunu, Ankara 2005, s. 697)

Etkin pişmanlıkla ilgili belirtilen bu genel şartlar dışında kanun koyucu tarafından ilgili suç tipinde özel olarak etkin pişmanlığın belli bir zaman dilimi içerisinde gerçekleşmesi yahut bazı ön şartların varlığı da aranmış olabilir. Örneğin; TCK’NUN 110. maddesinde etkin pişmanlığın soruşturmaya başlanmadan önce ve mağdurun şahsına zarar dokunmaksızın gerçekleşmiş olması gerekir. Bu hallerde etkin pişmanlık hükmünün uygulanabilmesi için ilgili zaman şartının ve ön şartın da gerçekleşmiş olması, gerekir.

Etkin pişmanlıkla ilgili bu gene) açıklamalardan sonra uyuşmazlık konusu bakımından ruhsatsız ve ruhsata aykırı yapılar ile ilgili. 3194 sayılı İmar Kanunundaki düzenlemelerin de gözden geçirilmesi gerekmektedir.

Ruhsat alınmadan ya da ruhsat ve eklerine aykırı yapı yapılması, durumunda idarenin hangi eylem ve işlemlerde bulunacağı İmar Kanununun 32. maddesinde düzenlenmiş olup; idarece yapının ruhsatsız ya da ruhsat ve eklerine aykırı yapılmış olduğunun herhangi bir şekilde öğrenilmesi durumunda hemen inşaatın mevcut halinin tespit edilip yapının mühürlenerek inşaatın durdurulacağı hüküm altına alınmıştır.

İdare, yapının ruhsatsız ya da ruhsat ve eklerine aykırı yapılmış olduğunu tespit ettiği takdirde inşaatın ne şekilde ruhsat veya eklerine aykırı olduğunu tutanağa geçirecek ve yapının durdurulmasına ilişkin düzenlenen bu tutanağın bir sureti yapıya asılacaktır. Askı tarihinde yapı sahibine karar tebliğ edilmiş sayılır. Bu tarihten başlamak üzere yapı sahibine ruhsat alınası ya da yapıyı ruhsata uygun hale getirmesi için 1 ayı geçmemek kaydı ile süre verilir. Yapı sahibi bu sürede ruhsat alır ya da yapıyı ruhsata uygun hale getirirse ilgili idareden mührün kaldırılarak inşaata devam edebilmesi, için izin ister. İlgili idare yaptığı incelemede eksikliklerin giderildiği 2014/4-5.14-2015/332 kanaatine ulaşırsa mührün kaldırılmasına ve inşaata devam edilmesine izin verir. İnşaat mühürlendikten sonra herhangi bir nedenle inşaata devam olunması halinde, sağlam bırakılmış olsa bile mühür sökülmüş (fek edilmiş) sayılır ve Türk Ceza Kanununun mühür fekkine ilişkin hükümleri uygulanır. Yapı sahibi, idarenin kendisine verdiği süre içerisinde ruhsat almaz ya da yapıyı ruhsat ve eklerine uygun hale getirmez ise varsa ruhsat iptal edilir, ruhsata aykırı veya ruhsatsız yapılan, bina, belediye encümeni veya il idare kurulu kararını müteakip, belediye veya valilikçe yıktırılır ve masrafı yapı sahibinden tahsil edilir.

İmar Kanununun 32. maddesi uyarınca yapı sahibi yerine idarece yapılan yıkımın masraflarının tahsili imar para cezası niteliğinde olmayıp, bu nedenle yapı sahibinden sadece yapılan masrafların bedeli istenebilir.

Bu açıklamalar ışığında uyuşmazlık konusu değerlendirildiğinde;

5237 sayılı TCK’NUN 184/5. maddesi hükmünden yararlanılabilmesi için kişinin ruhsatsız ya da ruhsata aykırı olarak yaptığı veya yaptırdığı binayı imar plânına ve ruhsatına uygun hale getirmesi gerekmektedir. Ruhsat alacak ya da ruhsatına uygun hale getirecek kişi, hakkında soruşturma yapılan va da hakkında kamu davası açılmış olan veya yargılanıp ceza almış olan kişi ya da kişilerdir.

Ruhsatsız yapının 3194 sayılı İmar Kanununun 32. maddesi uyarınca belediye görevlilerince yıkılması durumunda imar kirliliğine neden olma suçundan sanık hakkında doğrudan salt yıkımın gerçekleştiğinden bahisle TCK 184/5. maddesinin uygulanması mümkün değildir. Zira bu halde etkin pişmanlığın zorunlu unsuru olan sanık tarafından ortaya konulmuş hiçbir aktif davranış bulunmamaktadır. Ruhsatsız yapının yıkılması idarenin bir görevi olup sanıktan bağımız olarak idare tarafından gerçekleştirilen yıkım nedeniyle yıkıma karşı çıkılmamış olsa bile TCK’NUN 184/5, maddesi uyarınca kamu davasının düşürülmesine karar verilmesi etkin pişmanlık müessesesinin ruhuna ve maddenin konuluş amacına aykırı olacaktır.

Ancak, ruhsatsız yapının yıkılması, alınması gerekli önlemler, ihtiyaç duyulan teknik ekipmanlar vs. itibariyle çoğu zaman yapı sahibi tarafından gerçekleştirilemeyecek bir eylemdir. Bu nedenle yapı sahiplerinin nasıl olsa yıkım masraflarını ödeyecekleri düşüncesi ile yıkımın idare tarafından gerçekleştirilmesini beklemeleri doğal karşılanmalıdır. Böyle bir durumda ise salt yıkımın fail tarafından gerçekleştirilmediğinden bahisle etkin pişmanlık hükmünün uygulanmaması adil bir çözüm olmayacaktır. Bu nedenle yıkımın idarece gerçekleştirildiği hallerde failin yıkıma fiilen karşı gelip gelmediği ve iradi olarak yıkım masraflarını karşılayıp karşılamadığı hususları araştırılarak failin fiilen yıkıma karşı gelmediğinin ve cebri icra gibi herhangi bir zorlama olmaksızın kendiliğinden yıkım masrafları ödediğinin tespit olunması halinde sanık lehine TCK’NUN 184/5. maddesinin uygulanma şartlarının gerçekleştiği kabul edilmeli aksi durumda ise anılan etkin pişmanlık hükmü uygulanmamalıdır. Bu itibarla yıkıma karşı çıkmadığı anlaşılan sanığın yıkım masraflarını karşılayıp karşılamadığının  araştırılması gerektiğine ilişkin Özel Dairenin bozma kararı yerinde olup yerel mahkeme direnme hükmünün  eksik araştırmasıyla hüküm kurulması isabetsizliğinden bozulmasına karar verilmelidir. Çoğunluk  görüşüne katılmayan dört Genel Kurul Üyesi; “ ruhsatsız yapı belediye görevlileri tarafından yıkılarak ruhsatına uygun hale getirildiğinden sanık hakkında TCK’NUN 184/5 maddesinin uygulanmasında bir isabetsizlik bulunmadığından yerel mahkeme direnme hükmünün onanması gerektiği” düşüncesiyle karşı oy kullanmıştır.

SONUÇ: Açıklanan  nedenlerle;

               1-İzmir 21.Asliye Ceza Mahkemesinin  25.11.2013 gün ve  729-735  sayılı direnme kararının,eksik araştırmayla  hüküm kurulması isabetsizliğinden BOZULMASINA,

 2-Dosyanın, mahalline gönderilmek üzere Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığına TEVDİİNE,20.10.2015 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

 

 

 

 

Yazıldı Yargı Kararları
Sonraki Sayfa →

Son Yazılar

  • Sayıştay Daire Kararları
  • İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına Dair Yönetmelik Değişikliği
  • İmar Kanunu Değişiklik Taslağı (TBMM Komisyonlarında Görüşülen..)
  • 2020 Yiyecek Yardımı Tebliği
  • Tahsilat Genel Tebliği

Son yorumlar

Görüntülenecek bir yorum yok.

Arşivler

  • Şubat 2020
  • Aralık 2019
  • Kasım 2019
  • Eylül 2019
  • Temmuz 2019
  • Haziran 2019
  • Mayıs 2019
  • Nisan 2019
  • Mart 2019
  • Ocak 2019
  • Aralık 2018
  • Kasım 2018
  • Ekim 2018
  • Eylül 2018
  • Ağustos 2018
  • Temmuz 2018
  • Haziran 2018
  • Mayıs 2018
  • Nisan 2018
  • Mart 2018
  • Şubat 2018
  • Ocak 2018
  • Aralık 2017
  • Kasım 2017
  • Ekim 2017
  • Eylül 2017
  • Ağustos 2017
  • Temmuz 2017
  • Haziran 2017
  • Mayıs 2017
  • Nisan 2017
  • Mart 2017
  • Şubat 2017
  • Ocak 2017
  • Aralık 2016
  • Kasım 2016
  • Ekim 2016
  • Ağustos 2016
  • Temmuz 2016
  • Haziran 2016
  • Mayıs 2016
  • Nisan 2016
  • Mart 2016
  • Şubat 2016
  • Ocak 2016
  • Aralık 2015
  • Kasım 2015
  • Ekim 2015
  • Eylül 2015
  • Ağustos 2015
  • Temmuz 2015
  • Haziran 2015
  • Mayıs 2015
  • Nisan 2015
  • Mart 2015
  • Şubat 2015
  • Ocak 2015
  • Aralık 2014
  • Kasım 2014
  • Ekim 2014
  • Eylül 2014
  • Ağustos 2014
  • Temmuz 2014
  • Haziran 2014
  • Mayıs 2014
  • Nisan 2014
  • Mart 2014
  • Şubat 2014
  • Ocak 2014
  • Aralık 2013
  • Kasım 2013
  • Ekim 2013
  • Eylül 2013
  • Ağustos 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012

Kategoriler

  • Duyurular
  • Güncel Mevzuat
  • Kategori Dışı
  • Makale ve Görüşler
  • Pratik Bilgiler
  • Seminerler
  • Soru / Cevap
  • Sunumlar
  • Yargı Kararları
  • Yayınlarımız