• ANASAYFA
  • HAKKIMIZDA
  • HİZMETLERİMİZ
  • SEMİNERLER
  • Mevzuat Takip Programı
  • YAYINLARIMIZ
  • Soru / Cevap
  • İLETİŞİM
Follow

Kategoride Yazılmış Güncel Mevzuat

Başbakanlık Genelgesi Hakkında

Mar07
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Disiplin Soruşturması Hakkında

Mar04
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

DEVLET MEMURLARININ TABİ OLDUKLARI DİSİPLİN İŞLEMLERİ

 

A-Disiplin Kavramı ve Soruşturmanın Kapsamı

 Kelime anlamıyla disiplin; “konulmuş bulunan kurallara uymak için ya da uyulduğunu göstermek için, memurun gösterdiği eylem ve bu konudaki yeteneklerin görünümüdür. Tanımlamayı idare hukuku açısından yapmak gerektiğinde, disiplin “Kamu hizmetlerinin yürütülmesini ve iç düzeni koruma ve sağlamak için, bunları bozan eylemlerde uygulanan kurallar bütünüdür” diyebiliriz. Disiplini; “Devlet memuru görevinin ifası ve memuriyet sıfatıyla ilgili , kanun ve sair mevzuatın, uygulamasını öngördüğü kural ve kaidelerin bütünü” olarak tanımlamak da mümkündür.

Anayasamızın, “Görev ve sorumluluklar, disiplin kovuşturmasında güvence” başlığını taşıyan 129.maddesinde, disiplinle ilgili düzenlemeler yapılmış bulunmaktadır.

Buna göre;

 

1-   Memurlar ile diğer kamu görevlileri, Anayasa ve Kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler.

2-   Yukarıdaki yükümlülükleri yerine getirmeyenlere “savunma hakkı” tanınmadan disiplin cezası verilemez.

3- Uyarma ve kınama cezalarıyla ilgili olanları hariç; disiplin kararları, yargı denetimi dışında bırakılamaz.

 

657 sayılı Kanunda disiplin kavramı, disiplin cezalarının kapsamı içerisinde dolaylı olarak tanımlanmıştır. Anılan Kanunun 124.madde hükmüne göre disiplin kavramını; “Kamu hizmetlerinin yürütülmesini sağlamak amacıyla, kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin, Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri yurt içinde ve dışında yerine getirmek, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmak” şeklinde tanımlayabiliriz.

 

Ödevlerin yerine getirilmemesi veya konulan yasaklara uyulmaması fiilleri ise; disiplin suçu olarak kabul edilmiş ve disiplin cezalarıyla cezalandırılmıştır.

 

Disiplin Hükümlerinin Uygulanması Yönünden 657 sayılı Kanunun Kapsamına Giren Memurlar :

 

657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 1.maddesinde sayılanlar; özel kuruluş kanunlarında aksine bir hüküm bulunmadıkça, disiplin cezaları yönünden anılan Kanun kapsamına girerler. Ancak, özel kanunların, disiplin suç ve cezalarına ilişkin hükümleri saklı tutulmuştur. (657 sayılı Kanun Madde 25 son fıkra) Burada bahsi geçen özel kanunlardan kasıt, anılan kurum ve kuruluşların örgüt (kuruluş) kanunlarıdır. Bu düzenlemenin tabii bir sonucu olarak özel kuruluş kanunu olan memurların, disiplin suçu işlemeleri halinde, bu memurlar öncelikle özel kanunlarındaki hükümlere göre ceza görecekler, aksi halde ise cezalandırma 657 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılacaktır.

 

Kamu hizmeti 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 1.maddesi hükmü gereğince kapsamda bulunan kamu görevlileri eliyle yerine getirilmektedir. Belediyelerde bu görev belediye memurlarınca yürütülmektedir. Kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacıyla, Devlet memuru olan belediye memurlarının kanun, tüzük ve yönetmeliklerin emrettikleri ödevleri yerine getirmeleri, uyulmasını zorunlu kıldığı hususlara uymaları, yasakladıkları işleri ise yapmamaları gerekmektedir. Kamu görevlilerinin bu davranış dışına çıkmaları halinde ortaya çıkan duruma disiplinsizlik denilmektedir. Bu hareket ise disiplin suçunu oluşturmakta ve  belirli bir müeyyidenin uygulamasını zorunlu kılmaktadır. İşte böyle bir durumun tespiti için yapılan işleme “Disiplin Soruşturması” denilmektedir.  Ceza verilmeye yönelik bir hareketin uygulanabilmesi için mutlaka soruşturma yapılması zorunludur. Bu işlemin nasıl yapılacağı ise Devlet Memurları Kanununun 124-236.maddeleri hükümlerinde belirlenmiştir. Bir soruşturma yapılmadan ceza uygulanması mümkün değildir. Bu durumda öncelikle böyle bir suçun varlığı tespit edilmeli ve ertesinde failin savunmasına başvurulmalıdır. İşte bu tespitten, savunma alınmasına kadar geçen işlemlerin tümü “Disiplin Soruşturması” olarak nitelendirilmektedir.

 

Nitekim, Danıştay 10.Dairesince verilen 23.11.1989 gün ve 2100/2239 sayılı Kararda, salt savunma alma ile disiplin cezasının verilmesinin mümkün olmadığı, aynı zamanda tespite esas olmak üzere disiplin soruşturması yapılmasının zorunlu olduğu belirtilmektedir. Ancak, disiplin soruşturmasının başlangıcı ve kimler tarafından yapılabileceği açısından Danıştay 3.Dairesince verilen 29.05.1973 gün ve 272/269 sayılı Kararında temel ilkenin ortaya konulduğu görülmektedir. Buna göre disiplin soruşturması, disiplin cezası vermeye yetkili makam tarafından münhasıran yapılan bir işlemdir. Muhakkik veya müfettişlerce yapılan işlemi disiplin soruşturması kapsamında saymaya imkan yoktur. Bu görevliler tarafından yapılan işlem sadece “Disiplin suçunun varlığını yetkili Makama iletmek”tir. Anılan kararda, 657 sayılı Kanunun 130.maddesinde belirtilen “Soruşturmayı Yapan” deyiminin disiplin cezasını vermeye yetkili amirin anlaşılması gerektiği vurgulanmaktadır. Yine karara göre disiplin soruşturmasının varlığı ancak failin savunmasının kendisine tebliği ile hukuken başlamaktadır. Bu durumda Disiplin cezasını vermeye yetkili amir dışındaki muhakkik veya müfettişlerce yapılan tespit işlemi bir incelemeden öteye geçmemektedir. Burada önemli olan, tespitin disiplin cezası vermeye yetkili amire intikal ettirildiği tarihtir. Bu durum ise zaman aşımı yönünden önem arz etmektedir.

B-Disiplin Cezası Uygulanmasının Amacı ve Özellikleri

 

a-Disiplin Cezasının Amacı:

 

Disiplin; kamu hizmetlerinin yürütülmesini ve iç düzeni korumak ve sağlamak için, bunları bozan eylemlerde uygulanan bir kurallar bütünüdür. Bu amaçla, kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülebilmesi için, Örneğin; bir kamu kuruluşunda çalışan memurların, kurumun hizmet düzenini bozucu davranışlarına uygulanan müeyyideler (yaptırımlar) de, disiplin cezasını oluşturmaktadır. Eylemi nedeniyle disiplin cezasına maruz kalan memurun aynı eylemi Türk Ceza Kanununa göre bir suçu oluşturuyorsa, bu Kanunun öngördüğü cezalar da aynen uygulanacaktır.

 

Disiplin Cezası, 657 sayılı Kanunun 124.maddesinde tanımlanmıştır.

 

Disiplin cezalarının amacı, kamu kurum ve kuruluşlarında, personelin çalışması ve iç düzenin sağlanması için gerekli olan şartları bozucu eylem ve hareketleri önlemektir.

 

b-Disiplin Cezasının Uygulanabilmesinin Şartları :

 

657 sayılı Devlet Memurları Kanununun disiplin cezasının tanımı ile ilgili yukarıdaki 124.maddesine göre; bir memura disiplin cezası verilebilmesi için aranılacak şartları belirlemek zor olmayacaktır. Buna göre, kamu hizmetlerinin ilgili mevzuatın öngördüğü gibi yürütülmesini sağlamak amacıyla;

 

1-     Kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru için emrettiği ödevleri, yurt içinde veya yurt dışında yerine getirmeyen,

2-     Kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru için uyulması zorunlu kıldığı hususları yerine getirmeyen,

3-     Kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru için yasakladığı işleri yapan,

 

Memurlar, disiplin cezası ile cezalandırılacaktır.

 

Disiplin cezası uygulamasını gerektiren eylemlere açıklık getirmekte yarar bulunmaktadır.

 

1-Devlet memurlarının ilgili Kanunlar gereği yerine getirme zorunda oldukları görevler:

 

657 sayılı Devlet Memurları Kanununun uygulamasında Devlet memurlarının yerine getirmek zorunda oldukları görevler, anılan Kanunun (6-11) maddelerinde sayılmıştır.

 

a-   Devlet memurları, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına sadakatle bağlı kalmak ve Türkiye Cumhuriyeti Kanunlarını sadakatle uygulamak zorundadırlar (Md.6)

b-   Devlet memurları, grev kararı veremezler. Grev düzenleyemezler, grev ilan edemezler, grev yapılması ile ilgili propaganda yapamazlar, herhangi bir greve katılamazlar, başlamış bir grevi destekleyemezler veya grevi teşvik edemezler. (Md.27)

c-   Devlet memurları, ticaret ve kazanç getirici faaliyetlerde bulunamazlar. (Md.28)

d-  Devlet memurlarının, hediye almaları, görevleri sırasında olmasa dahi yarar sağlama amacıyla hediye kabul etmeleri, iş sahiplerinden ödünç para istemeleri yasaktır. (Md.29)

e-   Devlet memurları, kendi denetimleri altında bulunan veya görevi ya da kurum ile ilgili olan teşebbüslerden yarar sağlayamazlar. (Md.30)

f-   Devlet memurları, kamu hizmetleri ile ilgili gizli belgeleri yetkileri olmadıkça açıklayamazlar.

 

c-Disiplin Cezasının Özellikleri

 

Kanunda yer alan ödevlerin yerine getirilmesi, yapılması yasak olan şeylerin yapılması ve uyulması gereken kanuni prensiplere uyulmaması, 657 sayılı Kanunun 125.maddesinde yazılı disiplin cezalarıyla cezalandırılmıştır.

 

Disiplin cezaları kanunidir, yani kanun ile düzenlenmiştir. 657 sayılı Kanunun yanı sıra, başta Anayasamız dahil olmak üzere diğer kanunlarda da disiplin suç ve cezalarına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin; Anayasanın 129.madde hükmüne göre, savunma hakkı tanınmadıkça disiplin cezası verilemez, uyarma ve kınama cezası ile ilgili disiplin kararları, yargı denetimi dışın da bırakılamaz, memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında işledikleri suçlardan dolayı ceza kovuşturması açılması, kanunla belirlenen istisnalar dışında yetkili makamın iznine bağlıdır.

 

657 sayılı Kanunun 125.madde gerekçesine göre; Devlet memurlarının hukuki statülerinin kanun ile düzenlenmesi yoluna gidildiği için, disiplin hukukunun memurun hukuki statüsünün doğal bir parçası sayılarak kanuni bir şekilde düzenlemeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Ancak, bu prensip ve uygulamayı tüm disiplin işlemlerinin mutlaka kanun ile düzenleneceği şeklinde anlamamak gerekir. Dolayısıyla, kanun ile belirlenmiş genel esas ve usuller içinde kalmak şartıyla, kamu görevinin gerektirdiği yerlerde ve şekilde “ikincil disiplin düzenlemeleri” yapmak ve bu alanı idari metinlerle düzenlemek mümkündür. Nitekim, disiplin cezalarının uygulamasına ilişkin tüzük ve yönetmelikler, bu düşünceyi doğrulamaktadır.

 

Disiplin cezalarının özelliklerini aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz.

 

1-     Disiplin cezaları takdiridir, ancak keyfi de değildir. Belli ve gerekli şartlara bağlanmış olması, haklarında uygulanacak kişiler için bir güvence teşkil etmektedir.

2-     Disiplin cezaları, eşitlik prensibi esas alınmak suretiyle düzenlenmiştir. Dolayısıyla aynı suçu işleyen kişilere aynı cezalar uygulanmaktadır.

3-     Disiplin cezaları, kademeli ve ölçülüdür. Diğer bir ifadeyle, eylemin ağırlığına göre fark ve çeşitlik göstermektedir.

4-     Disiplin cezası, kişiseldir. Dolayısıyla bu ceza sadece suçu işleyen kişi hakkında uygulanabilir.

5-     Disiplin cezaları kesin olup, verildikleri tarihte hüküm ifade ederler.

6-     Disiplin cezalarının verilmesinde yargı kararı aranmaz, yani disiplin cezalarına hükmolunmaz, yetkili idareci veya idari organ tarafından bizzat uygulanır.

 

Danıştay Mürettep Daire Kararı

                        Esas No                      : 1978/7264

                        Karar No       : 1980/1166

                        Tarih              : 18.03.1980

ÖZÜ:  Disiplin cezalarında lehte olan hükümler uygulanır, özel düzenleme genel düzenlemeden önce gelir.

 

d-Disiplin Hukuku İle Ceza Hukuku İlişkisi :

 

Disiplin hukuku ile ceza hukuku; memurun cezayı gerektirir eylemleri yönünden birbiri ile yakın ilişki içerisindedir. Bu ilişki, uygulama yönünden farklılık veya ayrılık şeklinde görülebilmektedir.

 

1-Uygulama Usul ve Esaslarındaki Farklılıklar

 

Ceza hukuku ile disiplin hukuku, uygulama yönünden bir çok noktada farklılık göstermektedir.

a-     Ceza hukukun amacı; toplumsal düzeni korumak iken, disiplin hukuku kamu hizmetinin gereği gibi yürütülmesi ve devamını sağlama amacına yöneliktir.

b-     Ceza hukukuna göre ancak, kanun metinlerinde açıkça tanımlanmış fiiller cezalandırılabilir.

 

Disiplin konusunda ise, kusur kavramı ve kapsamı hiyerarşik kudrete sahip olan amirin takdirine bırakılmıştır. Bunun tabii bir sonucu olarak, ceza mahkemelerinde beraat eden bir memur, disiplin cezasına (disiplin hükümleri yönünden) çarptırılabilmektedir.

 

Ceza hukukundaki ceza ile disiplin hukukundaki cezanın; bu cezayı veren ve uygulayan makamlar bakımından farklılıkları bulunmaktadır. Ceza hukukuna göre ceza adli merciler tarafından verilirken, disiplin cezaları idari makamlar tarafından verilmektedir.

 

c-     Ceza hukukunda söz konusu edilen suç, Devletin Ülkesi üzerinde yaşayan tüm kimseler tarafından işlenebildiği halde, disiplin suçları sadece memurlar tarafından işlenebilmektedir.

d-    Ceza hukukunda yer alan suçlara uygulanan müeyyideler, kişi hak ve hürriyetleri ile ilgili bulunmasına rağmen (ölüm ve hapis cezaları gibi) disiplin suçlarına uygulanan cezalar, bazı hak ve yetkilerin kullanılmasını kısıtlamaktadır.

e-     Ceza hukuku esaslarına göre, bir fiile iki defa ceza  uygulanması mümkün değildir. Oysa, disiplin hukukuna göre, bir fiile Türk Ceza Kanunu uyarınca ceza uygulanmış olması, aynı fiile disiplin cezası uygulamasını engellememektedir. Örneğin; ceza kovuşturmasına tabi bir suçtan dolayı beraat kararı verilmiş olması, bu fiile disiplin cezasının uygulanmasına engel oluşturmaz. Yine ceza kovuşturması sonucu verilen cezanın tecil edilmesi hali de disiplin cezasının verilmemesi ya da tecil edilmesi sonucunu doğurmaz.

 

2-Ceza Kovuşturmasının Disiplin Soruşturmasına Etkisi :

 

Aynı olaya bağlı olarak ceza ve disiplin kovuşturmalarının söz konusu olduğu durumlarda ne şekilde yol izleneceği, uygulamada çoğu kez tereddüt ve yanlış işlemlere sebebiyet verebilmektedir. Örneğin; kovuşturmalardan birisi tamamlanıp diğerine mi başlanacaktır, ya da her ikisi ayrı ayrımı sürdürülecektir, bir soruşturmanın sonucu diğerlerini etkileyecek midir?

Yukarıdaki ve benzeri durumlarda nasıl hareket edileceği hususunda, 657 sayılı Kanunun 131.maddesiyle açıklık getirilmiştir. Buna göre, aynı olaydan dolayı memur hakkında ceza mahkemesinde kovuşturmaya başlanmış olması, disiplin soruşturmasına başlanmasına veya daha önce başlanmış soruşturmanın devamına engel teşkil etmez. Çünkü, her iki soruşturma da birbirinden bağımsızdır. Hatta, anılan 131.maddenin 2.fıkrasına göre de, memurun Ceza Kanunu’na göre mahkum olması veya beraat etmesi halleri, ayrıca disiplin cezasının uygulanmasına engel teşkil etmeyecektir.

 

657 sayılı Kanunun yukarıdaki 131.madde hükmü, idarenin adli yargıdan bağımsız olarak disiplin soruşturmasına başlayabilmesi ve kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülebilmesini sağlamak için yapılmış bir düzenlemedir. Dolayısıyla, ceza kovuşturması dikkate alınmadan disiplin soruşturması yapılabilir, memur görevden uzaklaştırılabilir. Pek tabii ki idare gerek duyarsa, ceza kovuşturmasının neticesine kadar, disiplin soruşturmasını erteleyebilir. Bununla birlikte, iki halde ceza mahkemesi kararının beklemesi zorunluluk arz edebilir. Şöyle ki;

 

a-      Ceza Mahkemesi, aynı zamanda disiplin suçu sayılan eylemin başka bir kimse tarafından işlenmiş olduğuna karar verirse, bu karar disiplin komisyonunu bağlar. Disiplin komisyonu, bunun üzerine eylemin o kişi tarafından işlendiğine karar veremez.

b-     Ceza Mahkemesi, eylemin sanık tarafından işlenmemiş olduğu gerekçesine dayanarak beraat kararı verirse, bu karar da disiplin komisyonunu bağlar. Komisyon, o kimsenin disiplin suçu işlediği kararını veremez ve dolayısıyla ceza da uygulayamaz.

 

Ancak, beraat kararı, eylemin o kimse tarafından işlenmediği gerekçesiyle değil, eylemin o kişi tarafından işlendiği, ancak eyleme Ceza Kanununa göre suç oluşturmadığı gerekçesine dayanıyorsa, bu halde disiplin komisyonu tarafından o kimse hakkında disiplin cezası verilebilecektir.

 

Takibi şikayet bağlı suçlarda, müştekinin şikayetinden vazgeçmesi ceza kovuşturmasını düşürmesine rağmen, olay disiplin hukukunu da ilgilendiriyorsa şikayetten vazgeçilmiş olması, disiplin soruşturmasının yapılmasına engel teşkil etmeyecektir.

 

 

 

 

3-Genel Af Kanunlarının Disiplin Suçlarına Etkisi :

 

Genel Af Kanununun disiplin suç ve cezaları üzerindeki etkileri çeşitli şekillerde olabilir. Çünkü, genel af kanunları suça ilişkin mahkumiyet kararını ortadan kaldırmasına rağmen işlenmiş suçun işlenmemiş sayılması sonucunu doğurmaz.

 

Genel af kanunlarının disiplin cezaları üzerindeki etkileri aşağıdaki şekillerde görülebilmektedir.

 

a-     Disiplin cezasını koyan kanun kuralı, ilgili cezanın uygulanmasını bir eylemin işlenmiş olmasına değil de bir mahkumiyet esasına bağlanmış ise, mahkumiyet genel af kanunu ile ortadan kalkacağından disiplin cezası da buna bağlı olarak ortadan kalkacaktır.

b-     Disiplin cezasının uygulaması, bir eylemin yapılmasına bağlı tutulmuş ise, genel af, bu eylem için öngörülmüş disiplin cezasının verilmesini engelleyemez.

c-     Genel af kanunu, disiplin suçları bakımından, ayrıca bir hüküm getirmiş ise disiplin cezası da bu hükmün tabii bir sonucu olarak ortadan kalkar.

 

4-Zamanaşımı Müessesesinin Uygulanması Yönünden :

 

Ceza kovuşturmasının zamanaşımı nedeniyle düşmesi, disiplin soruşturmasını etkilemez. Her iki kovuşturma, ayrı ayrı zamanaşımına tabidir. Sadece disiplin cezasının ceza mahkumiyetine bağlı olduğu hallerde, disiplin cezası verilemez. Çünkü, eylemin zamanaşımına uğramasıyla, soruşturma yapılmamış ve mahkumiyet kararı da verilmemiştir.

 

5-Mahkemece Cezalandırılan Her Suç Disiplin Cezasını Gerektirmez :

 

Mahkemece suç sayılıp cezalandırılan her eylem, disiplin hukukunca da bir ceza verilmesini gerektirmeyebilir. Örneğin; trafik suçundan mahkum olan bir memurun suçu, memuriyet onur ve haysiyetini zedeleyici bir davranış olarak görülmeyebilir. Bu nedenle de memura, ayrıca disiplin cezası verilmeyebilir.

 

6-Mahkemece Verilen Cezanın Tecili, Disiplin Cezası Uygulamasını Engellemez :

 

Ceza hukukuna göre verilen cezanın tecil edilmiş olması, disiplin cezası uygulanmasına engel teşkil etmez.

 

Danıştay Mürettep Daire Kararı

                        Esas No                      : 1978/10229

                        Karar No       : 1980/1124

                        Tarih              : 13.03.1980

ÖZÜ:  Davacının isnat olunan suçtan Adliye Mahkemesinde beraat etmesi veya ceza davasının ortadan kaldırılması, aynı suçtan disiplin cezası uygulanmasını engellemez.

 

C-657 Sayılı Kanunla Düzenlenen Disiplin Cezalarının Çeşitleri

 

Kamu hizmetlerinin gereği gibi yürütülmesini sağlamak amacıyla, kanunların, tüzüklerin ve yönetmeliklerin Devlet memuru olarak emrettiği ödevleri, yurt içinde ve dışında yerine getirmeyenlere, uyulmasını zorunlu kıldığı hususları yapmayanlara, yasakladığı işleri yapanlara, durum niteliği ve ağırlık derecesine göre, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125.maddesinde sayılan disiplin cezalarının birisi verilir.

 

Söz konusu disiplin cezaları başlıklar altında genel özellikleriyle incelenecektir.

 

UYARMA CEZASI

 

1-Uyarma Cezasının Niteliği :

 

Uyarma; memura görevinde ve davranışlarında dahi dikkatli olması gerektiğinin, yazı ile bildirilmesidir. Uyarma cezası, disiplin cezalarının en hafifidir. Cezanın uygulanması için, maddi delil aramak ve olayı ispatlamak zorunlu değildir. Anılan cezanın verilmesinde, herhangi bir mercii veya kuruluşun görüş ve kararının alınmasına da gerek yoktur. Atamaya yetkili amirin yanı sıra sicil amirleri de bu cezayı verebilirler.

 

 

 

 

Uyarma Cezasını Gerektiren Eylem ve Haller:

 

Uyarma cezasını gerektiren eylem ve haller, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125.maddesinin (A) fıkrasında 8 bent halinde sayılmıştır.

 

a-Verilen emir ve görevlerin tam ve zamanında yapılmasında; görev mahallinde kurumlarca belirlenen usul ve esasların yerine getirilmesinde, görevle ilgili resmi belge, araç ve gereçlerin korunması, kullanılması ve bakımından kayıtsızlık göstermek veya düzensiz davranmak;

 

Bilindiği gibi, Devlet memurunun ödev ve sorumlulukları, 657 sayılı Kanunun (6-16.) maddelerinde düzenlenmiştir. Bu ödev ve sorumlulukların yerine getirilmesinde kayıtsız (ilgisiz) kalmak ve düzensiz davranmak fiili, uyarma cezası ile cezalandırılmıştır.Kuruluşunun danışma hizmetlerindeki görevli memurun, bu görevi yapmada kayıtsızlık göstermesi veya düzensiz davranması, uyarma cezasını gerektiren bir fiildir.

 

Görevin ifası için belirlenen usul ve esasların yerine getirilmemesi de uyarma cezasını gerektiren fiillerdendir. Örneğin; bir kamu kuruluşunun çalışma düzeniyle ilgili genelgeye veya emirlerin yerine getirilmesine, memurun kayıtsızlık göstermesi veya bu konuda düzensiz davranmasında olduğu gibi.

 

Yine görevle ilgili resmi belge, araç ve gereçlerin kullanılması, korunması ve bakımında kayıtsız kalmak ve bunların ifasında düzensiz davranmak fiili; uyarma cezasının uygulamasını gerektirir. Örneğin; bir memurun kilit altında bulundurması gereken belgeyi açıkta bırakması gibi. Bu konuda 13.8.1983 tarih ve 18134 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Devlete ve Kişilere Memurlarca Verilen Zararların Nev’i ve Miktarlarının Tespiti, Takibi, Amirlerin Sorumlulukları, Yapılacak Diğer İşlemler Hakkında Yönetmelik”te özel düzenlemeler yapılmıştır.

 

b-Özürsüz veya izinsiz olarak göreve geç gelmek, erken ayrılmak, görev mahallini terk etmek ;

 

Devlet memurlarının kanuni çalışma saatleri ve izinleri, 657 sayılı Kanunun 99-108.maddelerinde düzenlenmiş bulunmaktadır. Bunun yanı sıra, 13.03.1975 tarih ve 15176 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Fazla Çalışmanın Uygulama Esaslarını Gösterir Yönetmelik”te de, fazla çalışma ile ilgili olarak özel düzenlemeler yapılmıştır.

 

Yukarıdaki mevzuat hükümleri çerçevesinde, kamu kurum ve kuruluşları tarafından da, mesai saatleri, çalışma usulü, izin kullanımı gibi konularda özel düzenlemeler yapılmaktadır.

 

İşte, ilgili usul ve esaslara uymayarak herhangi bir haklı mazereti olmaksızın göreve geç gelme, erken ayrılma ya da görev mahallini usulsüz olarak terk etme eylemleri, uyarma cezası ile cezalandırılabilecektir.

 

c-Memurun Kurumunca belirlenen tasarruf tedbirlerine riayet etmemesi ;

 

Memur; kurumunca çeşitli şekillerde belirlenmiş tasarruf tedbirlerine uymak zorundadır. Tasarruf tedbirlerine riayet etmeme halinde de, uyarma cezası tatbik edilebilecektir. Örneğin; kış mevsiminde dairesinin kaloriferlerini (04.00-16.30) saatleri arasında yakması gereken görevlinin bu işlemi (05.00-18.00) saatleri arasında yapması, uyarma cezasıyla karşı karşıya gelmesini gerektirebilecektir.

 

d-Usulsüz şikayet ve müracaatta bulunmak ;

 

657 sayılı Kanunun 21.maddesi; memurların, kurumlarıyla ilgili resmi ve şahsi işlerinden dolayı müracaat, amirleri veya kurumları tarafından kendilerine uygulanan idari tasarruflarından dolayı şikayette bulunma ve dava açma hakkına sahip bulunduklarını belirtmektedir.

 

Memurların, yukarıdaki şikayet ve müracaat haklarını, sözlü veya yazılı olarak en yakın amirinden başlayarak hiyerarşi zinciri içinde yapmaları esastır. Bu konuda, 12.01.1983 tarih ve 17926 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Devlet Memurlarının Şikayet ve Müracaatları Hakkında Yönetmelik” hükümlerine uyulması gerekir.

 

Memurların, müracaat ve şikayet haklarını yukarıdaki usul ve esaslar çerçevesinde kullanmamaları, uyarma cezasının tatbikini gerektirebilir. Örneğin; memurun, mesai arkadaşlarının kendisine karşı işlediği suçu, dairesi amiri yerine amirinin üstüne, hatta doğrudan Bakanlığa bildirmesi ya da kadro değişikliği talebini amirini atlayarak doğrudan Bakanlığa yapması gibi.

e-Devlet memuru vakarına yakışmayan tutum ve davranışlarda bulunmak ;

 

Devlet memurları, 657 sayılı Kanunun 8.maddesinde de belirtildiği gibi, resmi sıfatlarının gerektirdiği itibar ve güvene layık olduklarını, görev içindeki ve görev dışındaki davranışlarıyla göstermek, kanıtlamak zorundadırlar. Diğer bir ifadeyle, memurların belirli sosyal ölçü ve kurallara göre hareket etmeleri zorunlu bulunmaktadır. Bu ölçü ve kurallara, nezaket, ağırbaşlılık, terbiye, güven, saygılı olma, saygınlık, doğruluk, düzenlilik ve çalışkanlık örnek olarak gösterilebilir. Örneğin; bir memurun, görevi sırasında devamlı olarak vatandaşa laubali şekilde hitap etmesi, bu tarz diğer davranışlarda bulunması, uyarma cezasını gerektirebilecektir.

 

f-Göreve veya iş sahiplerine karşı kayıtsızlık göstermek ve ilgisiz kalmak

 

Devlet memurları,  657 sayılı Kanunun 7.maddesinde belirtilen esaslar çerçevesinde ve ilgili Kanun ve sair mevzuata uygun olarak görevlerini yerine getirmek zorundadırlar. Dolayısıyla, iş sahiplerinin görevleri ile ilgili talep ve başvurularını zamanında değerlendirmek ve bu konuda gerekli özeni göstermekle yükümlüdürler. Aksine davranışta bulunan memurlar, uyarma cezasına muhatap alınabilecektir. Örneğin, görevli bir veznedarın vezne önünde ödeme yapmak için bekleyen kişiler olduğu halde gazete okuması gibi.

 

g-Belirlenen kılık ve kıyafet esaslarına aykırı davranışlarda bulunmak ;

 

Devlet memurlarının kılık ve kıyafetleri ile ilgili olarak, 25.10.1982 tarih ve 17849 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Çalışan Personelin Kılık ve Kıyafetlerine Dair Yönetmelik”te  düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca, yöresel ve işin özellikleri göz önünde bulundurularak bazı kamu kurum ve kuruluşlarınca da yukarıdaki yönetmelik esasları çerçevesinde özel düzenlemeler yapılmaktadır.

 

İşte, yukarıdaki şekilde belirlenen kılık-kıyafet düzenine aykırı davranışlar, uyarma cezasının uygulanmasını gerektirebilmektedir. Örneğin; memura yakışmayacak dekolte kıyafetler giymek, traş olmamak, sakal bırakmak gibi.

 

h-Görevin işbirliği içinde yapılması ilkesine aykırı davranışlarda bulunmak ;

 

Bilindiği gibi, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 9.maddesi, Devlet memurlarının işbirliği içinde çalışmalarının esas olduğunu öngörmektedir. Bu zorunluluğa uymayanlar da, uyarma cezası ile cezalandırılabilirler.

 

KINAMA CEZASI :

 

1-Kınama Cezasının Niteliği :

 

Kınama cezası; memura, görevinde ve davranışlarında kusurlu olduğunun veya kusurlu sayıldığının, yazılı olarak bildirilmesidir. Bu cezanın uygulanması için, uyarma cezasından farklı olarak somut bir olay veya davranışa dayanılmak suretiyle maddi delillerin belirlenmesi gerekir. Burada memurun kusurlu olması yeterli olup, ceza uygulanması için kasıt aranmaz.

 

Genel olarak kusur, haksız bir davranış veya iş şeklinde ya da sözleşmeye aykırı bir davranıştan oluşur. Bir kimse, bir takım kişilere ya da mallara bakmaya, bir tehlikeyi önlemek için davranışa geçmeye, kanunen zorunlu tutulmuş ise, o kişinin, bu görevlerini savsaklaması halinde, kusurlu olduğu kabul edilir. İhmalin derecesinin fazla olması halinde ise, ağır kusur oluşur.

 

Kınama cezası, atamaya yetkili amirler tarafından verilebilir.

 

2-Kınama Cezasını Gerektiren Eylem ve Haller :

 

Kınama cezasının uygulanmasını gerektiren eylem ve haller, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125.maddesinin (B) fıkrasında 12 bent halinde sayılmıştır.

 

a-Verilen emir ve görevlerin tam ve zamanında yapılmasında; görev mahallinde Kurumlarınca belirlenen usul ve esasların yerine getirilmesinde; görevle ilgili resmi belge, araç ve gereçlerin korunması, kullanılması ve bakımından kusurlu olmak;

 

Uyarma cezası ile ilgili olarak yapılan açıklamalar, burada da aynen geçerlidir. Suç teşkil eden fiilin, uyarma cezasının aksine, burada kusura dayanması gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle, yukarıdaki fiillerin işlenmesi, memurun kusurundan doğuyorsa, kınama cezasının uygulanması söz konusu olacaktır. Kusur, memurun; ihmal, müsamaha, gevşeklik, kayıtsızlık ve tedbirsizlik içinde bulunması ve bunların neticesinde istemeyerek hukuka aykırı eylemlere sebebiyet vermesidir. Örneğin; bir memurun göreviyle ilgili verilen emirlerin yerine getirilmesinde ihmal ve savsaklaması ya da bir memurun zimmetinde bulunan bir demirbaşın korunmasında ihmalinin görülmesi halleri; kınama cezasının uygulanmasını gerektirebilir.

 

b-Eşlerin, reşit olmayan veya mahcur olan çocuklarının kazanç getiren sürekli faaliyetlerini, belirlenen sürede Kurumlarına bildirmemesi ;

 

657 sayılı Kanunun 28.maddesinin son fıkra hükmüne göre memurlar, eşleri, reşit olmayan veya mahcur çocuklarının sürekli kazanç getiren faaliyetlerini, 15 gün içinde kurumlarına yazılı olarak bildirmek zorundadırlar. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, kınama cezasının uygulanmasını gerektirir.

 

c-Görevi sırasında amirine hal ve hareketleri ile saygısız davranışta bulunmak ;

 

Devlet memurları, görevlerini ifa sırasında, hiyerarşi zinciri içinde (ast-üst münasebeti ) amirlerinin verecekleri görev ve emirleri saygınlık içinde yerine getirmek zorundadırlar. Saygınlığın ölçüsü, örf ve adete göre genel kabul görmüş hareket tarzıdır. Bu prensiplere uymamak ise, kınama cezasını gerektirir.

 

Örneğin; memurun, amirini hedef alan ve kabul görmeyen davranışlarda bulunması, amirinin çağırması üzerine yanına gitmemesi (haklı bir sebebi olmaksızın) yanına gitmesine rağmen kapıyı sert açıp çarparak kapatması, çağrılma nedenini sert ve kaba bir şekilde sorması, lisanen tartışmaya girmesi ve benzeri davranışlar; kınama cezasının uygulanmasını gerektirir.

 

d-Hizmet dışında, Devlet memurunun itibar ve güven duygusunu sarsacak tarzda davranışlarda bulunmak;

 

Daha önce de belirttiğimiz gibi; 657 sayılı Kanunun 8.maddesi hükmüne göre; Devlet memurları, resmi sıfatlarının gerektirdiği itibar ve güvene layık olduklarını hizmet içi ve dışındaki davranışlarla göstermek zorundadırlar. Diğer bir ifadeyle, memur; görev ve sıfatı dolayısıyla Devleti temsil ettiği için; vatandaşın itibar ve güven duygusunun sarsmamak zorundadır. Aksine hareketi tespit edilen memurların, kınama cezası ile tecziyeleri öngörülmüştür.

 

e – Devlete ait resmi araç, gereç ve benzeri eşyayı özel işlerinde kullanmak ;

 

657 sayılı Kanunun 16.maddesinde; Devlet memurlarının, görevleri ile ilgili olarak kendilerine verilen veya kendilerinde bulunan resmi belge, araç ve gereçleri, yetkili bulundukları mahallin dışına çıkarmaları, özel işlerinde kullanmaları yasaklanmıştır. Bu düzenlemenin aksine hareket edenler, kınama cezasıyla cezalandırılacaklardır.

 

f – Devlete ait resmi belge, araç, gereç ve benzeri eşyayı kaybetmek ;

 

Devlete ait resmi belge, araç, gereç ve benzeri eşyayı kaybetme fiili de, kınama cezası ile müeyyidelendirilmiştir. Ayrıca, bu fiile bağlı olarak doğacak zararın da; 13.08.1983 tarih ve 18134 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “ Devlete ve Kişilere Memurlarca Verilen Zararın Nev’i ve Miktarlarının Tespiti, Takibi, Amirlerin Sorumlulukları, Yapılacak Diğer İşlemler Hakkında Yönetmelik ‘ esaslarına göre tazmini gerekecektir. Buna göre, örneğin : üzerinde kayıtlı daktilonun korunmasında ihmal göstererek çalınmasına neden olan memur, bir yandan yukarıdaki yönetmelik hükümlerine göre makinenin bedelini tazmin ederken bir yandan da kınama cezasına muhatap alınabilecektir.

 

g – İş arkadaşlarına, maiyetindeki personele ve iş sahiplerine kötü muamelede bulunmak ;

 

Memurların, iş arkadaşlarına, maiyetindeki diğer memurlara ve iş sahiplerine karşı kötü muamelede bulunmaları fiili de, kınama cezasının uygulanmasını gerektiren eylemler kapsamına alınmış, böylece amirlerine karşı saygın davranış yanı sıra, görev münasebetlerinin bütünüyle yapıcı olması amaçlanmıştır.

 

Kötü muamelenin kapsam ve oluşum şekilleri konusunda herhangi bir kanuni düzenleme yapılmamış olmakla beraber, kötü muamelenin belirlenmesinde, toplumun örf ve adetleriyle genel kabul görmüş kuralların göz önünde bulundurulacağı şüphesizdir.

 

Örneğin; amirlerini azarlayan, onlar hakkında onur kırıcı ağır sözler sarf eden memur, kınama cezasıyla cezalandırılabilir. Bunun yanı sıra, memurdan görev ve yetkisi dışındaki eylem ve davranışlarda bulunmasının istenilmesi ( Örneğin ; adrese tebliği gereken evrakın elden verilmesi gibi ) ve memurun bunu yerine getirmemesi, kötü muamele kavramı içerisinde düşünülemez.

 

h – İş arkadaşlarına, iş sahiplerine söz veya hakaretle sataşmak

 

Arkadaşları ve iş sahiplerine karşı iyi davranmanın yanı sıra daha da ileri giderek anılan kişilere söz veya fiili davranışla sataşan memurların bu eylemleri, kınama cezası ile cezalandırılır.

 

i – Verilen emirlere itiraz etmek ;

 

Bilindiği gibi; Devlet memurları 657 sayılı Kanunun II.madde hükmüyle; kanun, tüzük ve yönetmeliklerde belirtilen esaslara uymakla ve amirleri tarafından verilen görevleri yerine getirmekle yükümlü ve görevlerinin iyi ve doğru yürütülmesinden amirlerine karşı sorumlu tutulmuşlardır.

 

Ancak, memurun, amirinin emirlerine itiraz etmeme yükümlülüğünün yerine getirilebilmesi için, bu emri yerine getirmez ve getirmeyiş nedenini gerekçeli olarak amirine bildirmesi amirin emrinde ısrar etmesi ve bunu yazılı olarak bildirmesi halinde, memur, emrin gereğini yerine getirmek zorundadır. Bu takdirde, emrin yerine getirilmesinin sonuçlarına ait sorumluluk, kanunsuz emri veren amire ait olacaktır.

 

Anayasa, kanun, tüzük ve yönetmeliklere uygun emirlerin yerine getirilmemesi halinde ise, memur hakkında kınama cezası uygulanır.

 

j – Kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak ;

 

Herhangi bir nedenle çalıştıkları kurumun huzur, sükun ve çalışma düzenini bozan memurlar, kınama cezası ile cezalandırılabilirler. Cezayı gerektiren fiil, başka sonuçları da doğuruyorsa, ayrıca diğer kanuni işlemlere de girişilir.

k – Borçlarını kasten ödemeyerek hakkında kanuni yollara başvurulmasına neden olmak ;

 

Kişisel borçlarını ödememek suretiyle haklarında kanuni işlem yapılmasına(örneğin;icraya verilmek, hacze muhatap olmak gibi) sebebiyet veren memurlar hakkında kınama cezası uygulanabilir.

 

l – Görev mahallinde, genel ahlak ve edep dışı davranışlarda bulunmak ve bu tür yazı yazmak, işaret, resim ve benzeri şekiller çizmek ve yapmak ;

 

Örf, adet ve toplum tarafından genel kabul görmüş kurallara aykırı bir tarzda ahlak ve edep dışı davranışlarda bulunan, bu mahiyette yazı yazan, işaret, resim ve benzeri şekiller çizen veya yapan memurlar hakkında da kınama cezası uygulanabilir.

 

AYLIKTAN KESME CEZASI

 

1 – Aylıktan Kesme Cezasının Mahiyeti   :

 

Aylıktan kesme cezası, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun (125/C ) maddesinde belirtilen eylemlere uygulanan bir disiplin cezasıdır. Bu fiillerde, suçun maddi unsurunun, yani kasıt unsurunun aranması gerekir.

 

Aylıktan kesme cezası, atamaya yetkili makam veya sicil amirleri tarafından verilebilir.

 

Söz konusu ceza, memurun brüt aylığının otuzda biri ile sekizde biri arasında kesinti yapılarak uygulanır. Aylıktan kesme cezası, cezanın veriliş tarihini takip eden aybaşında uygulanır.

 

2 – Aylıktan Kesme Cezasını Gerektiren Hal ve Eylemler         :

 

Aylıktan kesme cezasının uygulanmasını gerektiren hal ve eylemler, 657 sayılı Kanunun 125.maddesinin ( C ) fıkrasında 10 bent halinde sayılmıştır.

 

a-     Kasıtlı olarak ; verilen emir ve görevleri tam ve zamanında yapmamak, görev mahallinde Kurumlarca belirlenen usul ve esasları yerine getirmemek, görevle ilgili resmi belge, araç ve gereçleri korumamak, bakımını yapmamak, hor kullanmak ;

 

Uyarma ve kınama cezaları ile ilgili olarak yapılan açıklamalar sırasında incelenen yukarıdaki fiillerin kasıtlı olarak işlenmesi halinde; bu suçları işleyen memurlar hakkında, aylıktan kesme cezası uygulanır. Örneğin; memurun, amirin verdiği kanuni emri kasten yerine getirmemesi halinde, yerine getirmeme eylemi nedeniyle aylıktan kesme cezası uygulanacaktır.

 

b-    Özürsüz olarak bir veya iki gün göreve gelmemek ;

 

Memurun kabul edilebilir herhangi bir özrü olmadan görevine bir veya iki gün gelmemesi, aylıktan kesme cezasını gerektirir.

 

c-Devlete ait resmi belge, araç ve benzerlerini, özel çıkar sağlamak için kullanmak ;

 

d – Görevle ilgili konularda, yükümlü olduğu kişilere yalan ve yanlış beyanda bulunmak ;

 

e – Görev sırasında, amirine sözle saygısızlık etmek ;

 

f – Görev yeri sınırları içinde herhangi bir yerin toplantı ve benzeri amaçlarla izinsiz olarak kullanılmasına yardımcı olmak ;

 

Devlet daireleri ;yetkililerden önceden izin alınmadan, herhangi bir toplantı, tören ve benzeri amaçlarla kullanılamaz. Aksine hareket halinde, kullanılmasına yardımcı veya vasıta olan memurlar, aylıktan kesme cezası ile cezalandırılırlar.

 

Toplantıların, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanununa göre yapılacağının bilinmesi gerekir.

 

g– İkamet ettiği ilin hudutlarını izinsiz terk etmek ;

 

Devlet memurları, görevleri nedeni ile ikamet ettikleri il hudutlarını izinsiz olarak terk edemezler. Bu konudaki izin, il veya ilçenin en büyük mülki amirinden ( yetki devri halinde bu kişiden ) alınır.

 

Yukarıdaki şekilde izin almadan il hudutlarının terk edilmesi, aylıktan kesme cezasını gerektirir.

 

h-Toplu müracaat veya şikayette bulunmak ;

 

Devlet memurları, 657 sayılı Kanunun 21.maddesi hükmü çerçevesinde; Kurumlarıyla ilgili resmi ve şahsi işlerinden dolayı müracaat; amirleri veya kurumları tarafından kendilerine uygulanan idari eylem ve işlemlerden dolayı şikayet ve dava açma hakkına sahiptirler. Şikayet ve müracaat hakkı, sözlü veya yazılı olarak en yakın amirden başlayarak silsile yolu ile yapılır. Ancak, şikayetin bir amirle ilgili olması halinde, onun üstündekine şikayet veya müracaatta bulunulur. 657 sayılı Kanunun 21.maddesindeki bu düzenlenmenin yanı sıra; 12.01.1983 tarih ve 17926 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “ Devlet Memurlarının Şikayet ve Müracaatları Hakkında Yönetmelik” te de şikayet ve müracaat hakkının kullanılmasına ilişkin usul ve esaslar konusunda belirlemelerde bulunulmuştur.

 

Ancak, yukarıdaki Kanunun 26.madde hükmü ile müracaat ve şikayet hakkının kullanılma usulüne sınırlama getirilmiştir. Bu düzenlemeye göre, Kanunun 21.maddesindeki müracaat ve şikayet hakkının, birden fazla Devlet memuru tarafından topluca kullanılması yasaktır. Bu yasağa uymamanın yaptırımı ise, aylıktan kesme cezası olarak düzenlenmiştir.

 

i– Hizmet içinde, Devlet memurunun itibar ve güven duygusunu sarsacak nitelikte davranışlarda bulunmak ;

 

(Danıştay 10.D., 26.02.1986             gün ve E:1985/2656, K:1986/348 sayılı Kararı: Davacının sabit olan fiilinin ancak hizmet içinde resmi sıfatının gerektirdiği itibar ve güven duygusunu sarsıcı davranış olarak kabul edilebileceği nedeniyle davacıya, görevden çıkarma cezası verilmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır.)

 

j–Yasaklanmış her türlü yayını görev mahallinde bulundurmak

 

657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 7. maddesinde belirtildiği üzere; Devlet memurları, her hal ve durumda devletin çıkarlarını korumak zorundadırlar. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve Kanunlarına aykırı olan, ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü bozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğini tehlikeye düşüren herhangi bir faaliyette bulunamazlar. Aynı nitelikte faaliyet gösteren herhangi bir harekete, gruplaşmaya, teşekküle veya derneğe katılamazlar, bunlara yardım edemezler.

 

Yukarıdaki hükme paralel olarak, yasaklanmış her türlü yayının görev mahallinde bulundurulması yasaktır. Aksine davrananlar, disiplin suçu işlemiş sayılırlar ve aylıktan kesme cezasına muhatap alınırlar. Aynı suç, Türk Ceza Kanununun ilgili hükümlerine göre de takibe alınır.

 

KADEME İLERLEMESİNİN DURDURULMASI CEZASI

 

1 – Kademe İlerlemesinin Durdurulması Cezasının Mahiyeti :

 

Kademe ilerlemesinin durdurulması cezası, daha önce “ kısa süreli durdurma “ ve “uzun süreli durdurma “ cezası olarak 657 sayılı Kanunda yer alan hükümlerin yerine sonradan 2670 sayılı Kanunla getirilen bir disiplin cezasıdır. Yeni uygulama ile kademe ilerlemesinin durdurulması cezası, tek derece ve tek kademeli bir yapıya kavuşturulmuştur.

 

Öğrenim durumları nedeniyle yükselebilecekleri kadroların son kademelerinde bulunan Devlet memurlarına, kademe ilerlemesinin durdurulması cezasının verilmesi fiilen mümkün bulunmamaktadır. Ancak, bu durumda bulunanların cezasız bırakılmaması için, Devlet Memurları Kanununda bu konuya ilişkin özel bir düzenleme yapılmıştır. Buna göre; söz konusu durumda bulunan Devlet Memurlarına verilecek kademe ilerlemesi cezası yerine, bunların brüt aylıklarının ( ¼ ) ü ile ( ½ ) si oranında kesilmesi yoluna gidilecektir. Suçun tekrarında ise, ilgili memurun görevine son verilecektir.

 

Kademe ilerlemesinin durdurulması cezası; işlenen fiilin ağırlık derecesine göre, memurun hak ettiği kademe ilerlemesinin 1 ile 3 yıl arasında durdurulması şeklinde uygulanır.

 

2–Kademe İlerlemesinin Durdurulması Cezasının Uygulanmasını Gerektirecek Eylem ve Fiiller ;

 

Kademe ilerlemesinin durdurulmasını gerektiren eylem ve fiiller; 657 sayılı Kanunun 125. maddesinin ( b ) fıkrasında 15 bent halinde sayılmıştır.

 

a-     Göreve sarhoş gelmek, görev yerinde alkollü içki içmek,

b-    Özürsüz, kesintisiz olarak, ( 3-9 ) gün göreve gelmemek,

c-     Görevi ile ilgili olarak her ne şekilde olursa olsun çıkar sağlamak,

 

Bilindiği gibi, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 29.maddesine göre; Devlet memurlarının doğrudan doğruya veya aracı eliyle hediye istemeleri ve görevleri sırasında olmasa dahi menfaat sağlamak amacıyla hediye kabul etmeleri ve iş sahiplerinden borç para istemeleri ve almaları yasaktır. Yine, aynı Kanunun 30. maddesiyle; Devlet memurunun, denetimi altında bulunan veya kendi görevi veya mensup olduğu kurumu ile ilgili olan bir teşebbüsten, doğrudan doğruya veya aracı eliyle her ne ad altında olursa olsun bir menfaat sağlaması yasaklanmıştır.

 

d-    Amirine veya maiyetindekilere karşı küçük düşürücü veya aşağılayıcı fiil ve hareketler yapmak;

e-     Görev yeri sınırları içinde herhangi bir yeri, toplantı, tören ve benzeri amaçlarla izinsiz kullanmak veya kullandırmak;

f-      Gerçeğe aykırı rapor ve belge düzenlemek;

g-     Yetkili olmadığı halde, basına, haber ajanslarına veya radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç vermek;

 

Bilindiği gibi, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 15.maddesinde; Devlet memurlarının görevleriyle ilgili olarak basına, haber ajanslarına, radyo ve televizyon kurumlarına bilgi veya demeç veremeyecekleri, bu konuda gerekli bilginin ancak, Bakanın yetkili kılacağı görevli, illerde ise Valiliklerin veya yetkili kılacakları personel tarafından verilebileceği hükme bağlanmış bulunmaktadır.

 

Yukarıdaki hükmün aksine hareket edenler, disiplin suçu işlemiş sayılarak kademe ilerlemesinin durdurulması cezası ile cezalandırılacaklardır.

 

h-Ticaret yapmak veya Devlet memurlarına yasaklanan diğer kazanç getirici faaliyetlerde bulunmak;

 

657 sayılı Kanunun 28.madde hükmüne göre; Devlet memurları, Türk Ticaret Kanununa göre tacir veya esnaf sayılmalarını gerektirecek herhangi bir faaliyette bulunamaz, ticaret ve sanayi kuruluşlarında görev alamaz, ticari temsilci veya ticari vekil veya kollektif şirketlerde ortak veya komandit şirketlerde komandite ortak olamazlar. Ancak, görevli oldukları kurumların iştiraklerinde, kurumlarını temsilen görev alabilirler. Yine üyesi bulundukları yapı, kalkınma ve tüketim kooperatifleri ile, kanunla kurulmuş yardım sandıklarının yönetim ve denetim kurullarında, üyelik görevi alabilirler. Özel kanunlarda belirtilen görevlerde, yasak kapsamının dışındadır.

 

Yukarıdaki yasakların yanı sıra, memurların kendileri için yasak olarak bu faaliyetlerin eşleri veya velayet yahut vesayetleri altındaki çocukların yapılması durumunda, bunun 15 gün içinde kurumlarına bildirilmesi zorunlu kılınmıştır. Ancak, bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi, yukarıdaki fıkradaki fiilin aksine kademe ilerlemesinin durdurulması cezasını değil kınama cezasını gerektirmektedir.

 

ı- Görevin yerine getirilmesinde; dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrımı yapmak, kişilerin yarar veya zararını hedef alan davranışlarda bulunmak;

 

j- Belirlenen durum ve sürelerde mal bildiriminde bulunmamak;

 

Devlet memurları, 3628 sayılı Mal Bildiriminde Bulunulması Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu hükümleri çerçevesinde, mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar. Bu yükümlülüğe uymayanlara, disiplin cezasının yanı sıra adı geçen Kanundaki cezalar verilir.

 

Konunun önemi nedeni ile, adı geçen Kanuna göre mal bildirimi yükümlülüğünün neleri kapsadığı aşağıda belirtilmiştir.

 

aa- Göreve başlandığında mal bildirimi verilmesi :

3628 sayılı Kanunun 6. maddesine göre aşağıdaki hal ve zamanlarda mal bildiriminde bulunulması zorunludur.

 

( 1 ) 3628 sayılı Kanun kapsamındaki memurların atanmasında, göreve giriş belgeleriyle birlikte mal bildirimi de düzenlenerek verilir. Bu bildirim verilmedikçe, atama yapılamaz.

 

( 2 ) Yönetim ve denetim kurulu üyelikleri ile komisyon üyeliklerine seçim ve atamalarda göreve başlama tarihini izleyen 1 ay içinde mal bildiriminde bulunulur.

 

bb- Görevin devamı sırasında mal bildiriminde bulunulması;

3628 sayılı Kanun kapsamındaki görevi devam eden memurlar, aşağıdaki hallerde mal bildiriminde bulunurlar veya muayyen zamanlarda bildirimlerini yenilerler.

( 1 ) Mal varlıklarında önemli bir değişiklik olanlar; değişikliği takip eden 1 ay içerisinde mal bildiriminde bulunurlar.

 

( 2 ) Görevi devam edenler, yukarıdaki halin dışında, sonu ( 0 ) ve  (5) ile biten yılların en geç Şubat ayı sonuna kadar önceki mal bildirimini yenilerler.

 

Yukarıdaki şekilde yapılan mal bildirimleri, yetkililer tarafından eskileri ile karşılaştırılır.

 

( cc ) Görevin sona ermesi halinde mal bildirimi;

3628 sayılı Kanun kapsamındaki memurlardan görevi sona erenler; görevden ayrılma tarihini takip eden 1 ay içerisinde mal bildiriminde bulunmak zorundadırlar.

 

Görevden ayrılma kavramı; emeklilik, istifa, işten el çektirme veya göreve son verme gibi, ilgilinin tamamen göreviyle ilişkisinin kesildiği halleri ifade eder. Görev unvanının değişmesi, kavramın kapsamına dahil değildir.

 

a-     Açıklanması yasak bilgileri açıklamak ;

 

657 sayılı Kanunun 15. maddesiyle, askeri hizmet ile ilgili bilgilerin, özel kanunların yetkili kıldığı personel dışında hiçbir kimse tarafından açıklanamayacağı hükme bağlanmıştır.

 

Gerek 657 sayılı Kanun gerekse özel kanunlarla açıklanması yasaklanmış bilgilerin, memurlar tarafından açıklanması, disiplin cezasını ve ayrıca ilgili kanunlardaki sair cezaların uygulanması sonucunu doğuracaktır.

 

b-    Amirine, maiyetindekilere, iş arkadaşları veya iş sahiplerine hakarette bulunmak veya bunları tehdit etmek ;

 

c-     Diplomatik statüsünden yararlanmak suretiyle yurtdışında, haklı bir sebep göstermeksizin ödeme kabiliyetinin üstünde borçlanmak ve borçlarını ödemedeki tutum ve davranışlarla, Devlet itibarını zedelemek veya zorunlu bir sebebe dayanmaksızın ödemeden yurda dönmek ;

 

d-    Verilen görev ve emirleri kasten yapmamak ;

 

e-     Herhangi bir siyasi parti yararına veya zararına fiilen faaliyette bulunmak ;

 

DEVLET MEMURLUĞUNDAN ÇIKARMA CEZASI

 

            1-Devlet Memurluğundan Çıkarma Kavramının Önemi ve İşlevi

 

A-Kapsamı

a- Önemi

 

Memur, memuriyetle ilgili bütün haklarını kaybettiği için memur hukukunun kritik konularından birisi olan disiplin olan disiplin yaptırımı olarak devlet memuriyetinden çıkarma, teminatlı ve profesyonel anlayışla yapılan mesleğin sürekliliğinin bir istisnasını oluşturmaktadır. Dolayısıyla tereddütü gerektiren durumlar varsa, istisna ile karşı karşıya olunduğu için, dar yorum yoluna gidilmelidir.

 

aa-Memur Bakımından

Disiplin yaptırımı olarak devlet memurluğundan çıkarma işleminin memur bakımından önemi; mesleki yaşamın tamamını kamu hizmetini görmeye adamış aylığından başka mesleki düzenli geliri olmayan bu kişilerin kendisi ve varsa bakmakla yükümlü olduğu kişilerin mali, sosyal ve hatta manevi yönden sıkıntılı duruma düşürebilecek olmasıdır.

 

bb-İdare Bakımından

İlgili idare bakımından meseleye bakıldığında; her ne kadar idare disiplin yaptırımı yoluyla çıkardığı memurun yerine asli atama yapılıncaya kadar geçici görevlendirme ya da vekalet gibi yöntemlerle kamu hizmetinin aksamasının önüne geçebilecek ise de kimi durumlarda hizmete yıllarını vermiş tecrübeli bir personelini kaybetmektedir. O halde, söz konusu yaptırımı uygulamak için diğer disiplin yaptırımlarının yeterli ve etkili olamaması gerekir.  Ancak idare memurunu bu yolla tasfiye etmekle kurum düzeninin bozulmasını önlemektedir. Diğer taraftan bu yaptırımın uygulanması anayasadaki çalışma hakkı, insanın maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkının ihlali anlamına gelmez.

 

Memuriyetten çıkarmanın kurum düzenini sağlama, koruma, eğitim, korkutma gibi işlevleri olduğu söylenebilir.

 

 

b-İşlevi

 

aa- Kurum Düzenini Sağlama İşlevi

Kurum düzeninin sağlama işlevine göre, disiplin yaptırımlarının amacı kişileri cezalandırmak değildir. Bununla birlikte her disiplin yaptırımının somut olarak belli bir amacı vardır. Genel amaç ise kurumun saygınlığını koruma, idari iç düzen gerekleri, kamu hizmetinin iyi işlemesini temin gibi gerekçelerle kurum düzenini ve bu yolla kamu yararını sağlamaktır. Disipliner ihraç ile memurun görevindeki başarı ya da başarısızlığı değil kurum düzeninin sağlaması amaçlanmaktadır.

 

bb-Koruma İşlevi

Koruma işlevi ile anlatılmak istenen, memurun mesleğinde korunmasının sağlanmasıdır. Disiplin yaptırımları memurların mesleğinde korunmalarına da yardımcı olur. Memurun haklarına açıklık getirir ve hukuki güvenlik içinde bulunmasını sağlar. Ayrıca disiplin yaptırımları memurların mesleğinde korunmalarına da yardımcı olur.

 

Disiplin ile belirli bir düzenin işler halde devamı ve bozulmasının önlenmesi için konulan kurallara aykırı davranın kurum üyelerine yaptırım uygulamanın disiplin yaptırımlarındaki genel ve asıl amaç olduğu söylenebilir.

 

Danıştay, disiplin yaptırımlarını gerektiren fiillerin konulmasındaki amaç konusunda verdiği bir kararında şunları söylemektedir. “…… Disiplin yaptırımlarının amacı kamu hizmetlerinin sürekli, düzenli ve güvenli yürütülmesini gerçekleştirmek olduğu kadar devletin saygınlığını da korumaktır. Nitekim devlet memurları ve diğer kamu görevlilerinin resmi sıfatın gerektirdiği itibar ve güven duygusunu sarsıcı hareketlerden kaçınma zorunluluğunu belirten hükümler mevzuatımızda yer almıştır. Bu yolda konulmuş olan disiplin hükümleri genellikle görevle ilgili olsun olmasın her yer, zaman ve durumda yapılan eylemlere uygulanabilir nitelik taşımaktadır. Hangi disiplin cezalarının salt görevle ilgili ya da görev dolayısıyla işlenen disiplin suçlarına verileceği hususu ilgili düzenlenmelerde ayrıca gösterilmiştir.” (Danıştay 10.Dairesinin 05.04.1988 tarih E:1987/7487, K:1988/576 sayılı Kararı)

 

cc-Eğitim İşlevi

Disiplin yaptırımları yolu ile memurun aynı disipliner kusuru bir daha işlemesinin önüne geçilmiş olur. Disiplin yaptırımlarının genel bir eğitim amacı olmamakla birlikte sözkonusu yaptırımın gerçekleşmesi ile memur disipline edilmiş olur.

 

dd-Korkutma İşlevi

Disiplin yaptırımlarının özel bir korkutma amacı olup, benzer disiplin fiillerinin işlenmesine engel olur. Hizmetin görülmesinde aynı kusurlu hareketlerin yapılması bu yolla belli ölçüde  engellenebilir.

 

B-Hukuki Niteliği

 

Yüksek disiplin kurulunun verdiği devlet memurluğundan çıkarma kararı ve daha genel olarak disiplin kurullarınca verilen kararlara göre idari işlem veya maddi kriter gereği bir yargı kararı mı olduğu ya da yargı benzeri bir işlem olarak mı kabul edilmesi gerekeceği hukuki sorununun irdelenmesi gereklidir.

 

aa-Yargı Kararı Görüşü

ONAR, yüksek disiplin kurulunun organik bakımdan olmasa bile fonksiyonel bakımdan yargısal bir organ durumunda olduğu görüşündedir.

 

bb-İdari İşlem Görüşü

GÜRAN, idari  mercilerin yargısal-benzeri bir işlem usulü uygulamasının o işlemi yargısal işleme dönüştürmeyeceğini idarenin bu tür usuller ile almış olduğu kararların “yargısal işlem” ve merciler de “yargı yeri” sayıldığı takdirde yargı yerine dönüşmeyecek idari mercinin neredeyse pek kalmayacağını belirtmekte, ÖZAY da idare içindeki makam ve mercilerce kararlaştırılıp uygulanan yaptırımların idari nitelikli işlemler olduğunu vurgulamakta ve ERKUT disiplin işlemlerinde uygulanan usulün tam yargısal benzeri bir usul olduğunu buna karşılık alınan kararların yargısal nitelikte değil aksine tamamen idari nitelikte ve idari yargı yerleri önünde iptal davasına konu edilebileceğini vurgulamaktadır.

 

Anayasa Mahkemesinin 24.09.1987 tarih ve E:1987/5, K:1987/21 sayılı Kararına göre; “yargı mercii” ve “yargı yolu” farklı kavramlardır. Bir merciin yargı mercii sayılabilmesi için yargısal usul uygulaması ve karar vermesi yeterli olmayıp aynı zamanda bu merciin mahkemenin bağımsızlığı ve karar verenlerin de hakimlik teminatına sahip olması gerekir. Çeşitli disiplin kurulları mahkemeler gibi bağımsız  ve bu mercilerde karar verenler de hakimlik teminatına sahip bulunmadıklarından söz konusu mercilerin tam bir yargı organı sayılamayacağı sonucuna varılabilir.

 

Danıştay, başlangıçta disiplin kurulu karalarını yargı kararı niteliğinde değerlendiriyor iken, 1970 yılından sonra verdiği kararlarda bu görüşünü değiştirmiş ve idari karar saymıştır. (Danıştay Daireler Kurulunun 10.04.1970 tarih ve E:143, K:53 sayılı Kararı) Yüksek disiplin kurulunun verdiği kararın neden yargı veya yargı benzeri bir karar olduğu konusunda özellikle Devlet Memurları Kanununun 129/1.maddesi gereği kendilerine intikal eden dosyaların incelenmesinde gerekli gördükleri takdirde ilgilinin sicil dosyasını ve her nevi evrakı incelemeye, ilgili kurumlardan bilgi almaya, yeminli tanık ve bilirkişi dinlemeye veya niyabetten dinletmeye, mahallen keşif yapmaya veya yaptırmaya yetkili olmalarıdır. Dolayısıyla yüksek disiplin kurulu idari yargı hakimlerinin yargısal bir uyuşmazlığın çözümünde sahip olduğu ve kullanabileceği yetkilerin önemlice bir kısmına hatta bazen daha fazlasına da sahiptir. Örneğin; tanık dinleme ya da dinletme ve bunu yeminle yapma gibi. Oysa bunun idari yargının yapısına uymadığı görüşü gereği yemin teklif etmenin mümkün olmadığı da dikkate alındığında yüksek disiplin kurulunun soruşturma bakımından kullanabileceği delil toplama yöntemlerinin idari yargı hakimlerine göre bu noktada daha fazla olduğu sonucuna ulaşılabilir. Öte yandan kanun koyucu devlet memurluğundan çıkarma yaptırımı bakımından diğer disiplin yaptırımlarından farklı olarak soruşturma boyunca vekil vasıtası ile savunma yapmayı da öngörmüştür. Bu husus da yargısal yönteme benzerlik konusundaki önemli bir noktadır.

 

Yargı-benzeri işlem usulü uygulanması o işlemi yargısal işleme dönüştürmez. Örneğin; Danıştay Yüksek Disiplin Kurulu üyelerinin tamamı hakimlerden oluşmakla birlikte yargısal değil disiplin konusunda idari bir karar vermektedirler. 2576 sayılı Kanunun 15.maddesinde yer alan “idare ve vergi mahkemelerinin görev alanına gören ve kanunlarla çeşitli kurul ve komisyonlara verilmiş bulunan görev ve yetkiler, bu mahkemelerin göreve başladığı tarihte sona erer” hükmü ile  ortadan kalkmış kabul edilmelidir. Ancak, bu hükmün Yüksek Disiplin Kurulunu da kapsadığını ileri sürmek mümkün değildir. Çünkü orası idari bir kurul olmakla birlikte yargısal karar vermemektedir. Disiplin yoluyla memuriyetten ihraçta tamamen yargısal usul ve yöntemler kullanılmadığı gibi yargılama usulündeki kimi yöntemlerin kullanılması da onu yargısal karar yapmaz. Ayrıca Anayasaya göre yargı yetkisi yalnız ve sadece bağımsız mahkemelerce kullanılır.

 

Yüksek Disiplin Kurulunca verilen devlet memurluğundan çıkarma kararı idari bir yaptırım olarak kamu kudretinin özel nitelikli bir görünümü olup araya başkaca bir işlemin girmesine gerek olmaksızın, doğrudan doğruya hukuki sonuçlar doğurabilme yetenek ve yeterliğine sahip olması nedeniyle icraî işlemdir. Bir başka deyişle, kamu idare ve kurumlarını ilgilendiren disiplin uygulamalarının idarenin iç düzenini sağlaması gerçeği nedeniyle bunların icraî işlem olmadığı sonucuna varılmamalıdır.

 

C-Sebep Unsuru

 

İdari işlemin dayanağını oluşturan sebep; karar alınmadan, işlem oluşturulmadan önce varolan ve idareyi belli bir konuda karar almaya, işlem yapmaya götüren hukuki veya fiili tek ya da birden fazla etken anlaşılır ve birbirine yakın olmakla birlikte idari işlemin “sebebi” ile”gerekçe”si farklı kavramları ifade eder. Disiplin hukuku kuralları sadece usule ilişkin ilke ve kurallardan oluşan “şekli disiplin hukuku” boyutu ile değil “maddi disiplin hukuku”yönüyle de önem taşımaktadır. Disiplin soruşturmasına esas oluşturan kusurlu tutum ve davranış disiplin fiilini, disiplin yaptırımının sebep unsurunu oluşturur. İdari işlemin diğer unsurları, yetki, şekil, konu ve amaç unsurlarıdır. Bu tutum ve davranış bir şeyi yapma biçiminde aktif olabileceği gibi yapmama biçiminde pasif de olabilir. Konu ise, işlemin doğuracağı hukuki sonuç olup farklı şekillerde kendisini gösterebilir. Disiplin yaptırımı olarak devlet memurluğundan çıkarma işleminin konusu ilgilinin memuriyetle ilişiğinin kesilmesi, memuriyetine son verilmesi ve bu yolla memur statüsünden çıkarılmasıdır.

 

Disiplin fiilinin bir taraftan memuriyet onur ve vakarına aykırı davranış ve diğer taraftan kamu hizmetine olumsuz bir etkisi olmalıdır. Memura disiplin yaptırımı uygulama gerekçelerinden birisi de onun sadakat yükümlülüğüne uymamasıdır.

 

Devlet memurluğundan çıkarma konusunda idarenin gösterdiği sebep mahkemeyi bağlamaz. Çünkü idari yargılama usulünde hakim aktif bir konumda bulunduğundan uyuşmazlığın çözümlenmesinde her türlü araştırma ve incelemeyi re’sen araştırma ilkesi gereği kendiliğinden yapar. Dolayısıyla maddi olayın nitelendirilmesi ve ona uyulacak hukuki normu hakim belirler ve gerekli usûli işlemleri tamamlar. Devlet memurluğundan çıkarmayı gerektiren sebebin gerçekleşip gerçekleşmediğini de kendisi araştıracaktır.

 

Devlet memurluğundan çıkarma işleminin sebebi ve söz konusu yaptırımın isabetli olup olmadığı konusunda idari yargı aşamasında ise, tarafların verecekleri savunma veya dilekçelerle hak iddia edememeleri asıldır. Ancak sonradan sunulan ve işlemin sebebine ilişkin belgeler ortaya çıkarsa, bunların zamanında sunulamamalarının mümkün olmadığına mahkemece kanaat getirilirse kabulü mümkündür.

 

Devlet Memurları Kanunu disiplin yaptırımını gerektiren fiillerin bir kısmını sayma yolu ile belirlemiş, diğer bir kısmının ise ne olduğunu belirlemeyerek idareye benzer durumları belirleme konusunda takdir yetkisi vererek sebep unsurunun belirlenmesinde bağlı yetkiden uzaklaşarak karma metod uygulamıştır.

 

Devlet memurluğundan çıkarma işlemini gerektiren disiplin soruşturması devam ederken aynı fiil gerekçe gösterilerek bir başka idari işlem tesis edilir ve bu işlem iptal edilirse –örneğin kurum işi yer değiştirme suretiyle naklen atama işlemi- söz konusu iptal kararı, devam eden disiplin soruşturması çerçevesinde  verilecek olan disiplin yaptırımının hukuki dayanağını ortadan kaldırmaz. (Danıştay 10.Dairesinin, E:1989/451, K:1989/889 sayılı Kararı)

 

Devlet Memurları Kanununun 124/2.maddesine göre; Devlet memurluğundan çıkarmayı gerektiren fiillerin mutlaka yurt içinde işlenmesi gerekmeyip yurt dışında işlense bile yine disiplin soruşturmasına konu olabilir. Bu hüküm ile yurt dışında bulunan devlet memurlarının kendilerini disiplin hükümleri ile bağlı hissetmeleri sağlanmak istenmiştir. Örneğin, izinli olduğu dönemde yurt dışında bulunan bir memur hakkında, diğer koşullar da varsa işlediği fiil sebebi ile disiplin soruşturması açılabilir. Zira Devlet Memurları Kanununun 131/son maddesi kurum dışında işlenen fiiller için de disiplin soruşturması açılabileceğini öngörmektedir.

 

Disiplin yoluyla devlet memurluğundan çıkarma memurun şahsına ya da mesleki yükümlülüğe aykırı hizmete ait bir kusur nedeni ile de uygulanabilir. Mesleki yükümlülüğe aykırı davranışlar başlıca; mesleğin yürütülmesine ilişkin yükümlülüklere aykırılık, memuriyet yasalarına, amirlerin emirlerine , mesleki gizliliği uymamak gibi şekillerde karşımıza çıkabilir. Memur hizmetsel yükümlülüklere zarar vermemelidir. Hizmetin düzenli devam etmesi memurun hizmet içi ve belirli ölçüde hizmet dışındaki faaliyetlerine de bağlıdır. Söz gelimi memur görev yerinde üçüncü kişiye ait bulduğu eşyayı kayıp bürosuna teslim etmelidir. Bir yükümlülüğün hizmetsel yükümlülük olup olmadığının belirlenmesindeki işlevsel sınır olarak başlıca, kanun koyucunun amacı ile memurun özel hayatı hatta hayatın gizli alanına girip girmediğine bakılmalıdır.

 

2- Devlet Memurluğundan Çıkarma Cezasının Mahiyeti ;

 

Devlet memurluğundan çıkarma cezası, bir daha Devlet memurluğuna atanmamak üzere, memurluktan çıkarmayı ifade eder. Diğer bir ifade ile, bu ceza, ilgili kişiye de Devlet memuru olma hakkını kaybettirir, yani bu durumdaki bir kişi, bir daha yeniden de olsa Devlet memuru olamaz. Ancak, bu sonucu; Kamu hizmetlerinde bulunmadan sürekli olarak yasaklılık şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü, Devlet memurluğu dışındaki kamu görevlerinde çalışılması mümkündür. Örneğin; Devlet memurluğundan çıkarma cezası, çıkarılan kişiler yönünden, seçimle meclise, belediye, il genel meclisine veya ihtiyar kuruluna seçilmeyi ve bu görevleri ifayı engellemez.

 

Daha önce, 657 sayılı Kanunun 125.maddesinde yer alan “ geçici olarak Devlet Memurluğundan Çıkarma Cezası “ 2670 sayılı Kanunla uygulamadan kaldırılmıştır.

 

3-Devlet Memurluğundan Çıkarma Cezasını Gerektiren Eylem ve Haller ;

 

Devlet memurluğundan çıkarma cezasının uygulanmasını gerektiren haller; 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 125. maddesinin ( E ) fıkrasında 11 bent halinde sayılmıştır.

 

a-     İdeolojik veya siyasi amaçlarla, Kurumların huzur, sükun ve çalışma düzenini bozmak; boykot, işgal, engelleme, işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak ;

 

1-İdeolojik veya Siyasi Amaçlı Faaliyet

 

İdeolojinin tek ve yeterli bir tanımının bugüne kadar yapılmamasının sebebi, terimin kullanışlı ancak birbirleriyle bağdaşmaz nitelikteki bir çok anlamı olmasından kaynaklanır.

İdeolojiyi kabaca altı farklı tarzda tanımlamak olanakladır. İlki, ideolojinin toplumsal yaşamdaki fikir, inanç ve değerleri üreten genel maddi süreç olduğudur. Bu tür bir tanım siyasi olarak yansızdır ve geniş anlamda ele alındığında “kültür”e yakındır. Biraz daha genel olan ikinci anlamıyla, ideoloji toplumsal açıdan önemli belirli bir grubun veya sınıfın içinde bulunduğu durumu ve hayat deneyimlerini simgeleyen (doğru veya yanlış) inanç ve fikirlere karşılık gelir. İdeolojiyi bir tür kollektif, simgesel kendini ifade etme biçimi olarak görmek onun ilişkisel ya da çatışmaya dayanan yönünü henüz fark etmemiş olmak demektir. Bu nedenle ideolojinin çıkar çatışması durumlarında bu tür toplumsal grupların çıkarlarının meşrulaştırılması ve desteklenmesi anlamına gelen üçüncü bir tanımını daha yapmak gerekir.

 

Bu anlamıyla ideoloji, kendi çıkarlarını gözeten toplumsal güçlerin bir bütün olarak toplumsal iktidarın yeniden üretilmesinde merkezi önem taşıyan meseleler üzerinde çatıştığı ve çarpıştığı söylemsel alan olarak görülebilir.Bu tanım ideolojinin düşünmeye dayalı bilme yetisinin genellikle “rasyonalite dışı” çıkar ve isteklerin gözetilmesine tabi olduğu özellikle “eyleme dönük” bir söylem olduğu varsayımını içerebilir. Kuşkusuz bu nedenledir ki, ideolojik olarak konuşmak deyince halkın zihninde zaman zaman hakikati hiç de saygın olmayan amaçlar için feda etmeye hazır oluşu dile getiren nahoş bir fırsatçılık izlenimi canlanır. İdeolojinin dördüncü anlamı ise, grup çıkarlarının meşrulaştırılması ve desteklenmesi üzerindeki vurguyu korumasıdır. Bu da böylesi egemen ideolojilerin yöneticilerin isteklerine uygun tarzda toplumsal birlik sağlanmasına yardımcı oldukları ve ideolojilerin basit fikirlerin yukarıdan zorla benimsetilmesi meselesinden çok bağımlı kılınmış sınıf ve grupların vs. suç ortaklığını sağlama alma meselesi olduğu varsayımlarını içerebilir. İdeolojinin bu anlamı da hala bilgi kuramına ilişkin olarak tarafsızdır ve nitekim ideolojinin bir yönetici grup veya sınıfın çıkarlarını meşrulaştırmaya yardımcı olan fikir ve inançları simgelediği beşinci tanımıyla daha da sadeleştirilebilir. İdeolojinin altıncı anlamı yanlış veya aldatıcı inançların bir egemen sınıfın çıkarlarından değil bir bütün olarak toplumun maddi yapısından kaynaklandığına inanır ancak sınıf-kökensel açıklama yapmaktan kaçınır.

 

İdeoloji, egemen toplumsal grup veya sınıf iktidarını meşrulaştırmakla ilişkili olmakla birlikte insanların genel olarak ideolojik dediği bir inanç yapısı belirli bir egemen siyasi iktidar ile ilişkili değildir. Bu nedenle meşrulaştırılmış olarak ideoloji tezini, siyasi keskinliğin yitirileceği araçların kullanılmasının hoşgörülmesi noktasına kadar genişletme riski hatalıdır. İdeolojiyi ahlak, felsefe, din, resim gibi sembollere dayandırmak her zaman isabetli olmayabilir.

 

Her düşünce veya fikir sistemi ideolojik değildir. İdeolojiden söz edebilmek için düşünce sisteminin aynı zamanda eyleme yönelik bir özellik taşıması gereklidir. Vejeteryanlık, varoluşçuluk eyleme yönelik olan ve değer yargısı taşıyan düşünce sistemleridir. Ancak fikir sisteminin ideolojik olması için daha başka unsurlara ihtiyaç vardır. O da fikir sisteminin siyasi nitelik taşıdığı ve siyasi iktidar olayı ile ilgili olduğudur. Eyleme yönelik fikirler siyasi bir nitelik ve içerik kazandığında ideolojiye dönüşmektedir.

 

2-Grev

 

Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun 25/1.maddesine göre;“Grev” toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında uyuşmazlık çıktığında işçilerin topluca çalışmayarak işyerinde faaliyeti durdurmak veya işin niteliğine göre önemli ölçüde aksatmak amacıyla aralarında anlaşarak ya da bir kuruluşun aynı amaçla çalışmaları için verdiği karara   uyararak işi bırakmalarıdır.

 

Memurların grev hakkını sendika hakkına dayalı olarak açıklayan görüşe göre, sendika kurma hakkı, toplu pazarlık ve grev hakkını kapsar ve bu üçünden biri olmadığı takdirde diğerlerinin etkisi ile işlevi büyük ölçüde azalır. Ancak bu üç hakkın olmazsa olmazı sendika kurma hakkıdır. Bir insan hakkı olan sendika hakkı diğer sosyal haklardan farklı olarak doğrudan doğruya uygulanabilir nitelik taşıyan haklar olması nedeniyle devletin olumlu edimini gerektirmez. Devletin görevi bunların kullanılmasına engel olmamak, zarar vermemek olup, karar alma sürecine demokratik katılım yollarından birisi de budur.

 

1982 Anayasasında Temmuz 1995 değişikliğine kadar memurların sendikal haklarına ilişkin bir düzenleme bulunmamakla birlikte imzalanan uluslararası sözleşmelerden dolayı pozitif hukuk yönünden Türkiye’de memur sendikacılığının temelleri zaten bulunmaktaydı. 1995 yılı Temmuz ayında yapılan anayasa değişikliği ile kamu görevlilerine sendika kurma hakkı açıkça tanınarak, anayasal güvenceye bağlanmıştır. Anayasanın 53/3. maddesi (ek. 23.07.1995-4121/4.maddesi)hükmü şöyledir:”128.maddenin ilk fıkrası kapsamına giren kamu görevlilerinin kanunla kendi aralarında cevaz verilecek olan ve bu maddenin birinci ve ikinci fıkraları ile 54.maddesi hükümlerine tabi olmayan sendikalar ve üst kuruluşları, üyeleri adına yargı mercilerine başvurabilir ve idareyle amaçları doğrultusunda toplu görüşme yapabilirler. Toplu görüşme sonunda anlaşmaya varılırsa düzenlenecek mutabakat metni taraflarca imzalanır. Bu mutabakat metni, uygun idari veya kanunu düzenlemenin yapılabilmesi için Bakanlar Kurulunun takdirine sunulur. Toplu görüşme sonunda mutabakat metni imzalanmışsa anlaşma ve anlaşmazlık noktaları da taraflarca imzalanacak bir tutanakla Bakanlar Kurulunun takdirine sunulur. Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usuller kanunla düzenlenir”. Bu hükümle memurların sendika kurma hakkına kanunla izin verileceği belirtilmiştir. Dolayısıyla anayasa ile getirilen sistem de, toplu sözleşme değil, toplu görüşme esas alınmaktadır. Toplu görüşme sonunda anlaşmaya varılması veya varılmamasına ilişkin noktalar bir tutanakla tesbit  edilecektir. Bundan sonrası için Bakanlar Kurulunun tam bir takdir yetkisi bulunmaktadır. Tarafların tüm konularda anlaşmaya varması durumunda da imzalanacak mutabakat metni bağlayıcılık taşımaz. Bakanlar Kurulu kendisine sunulan metin üzerinde dilediği değişikliği yapabilir.

 

Kamu görevlilerinin hak yükümlülüklerinin kanunla düzenlenmesi anayasal zorunluluk olduğundan, sendika kurma hakkının kullanılabilmesi ve giderek memurların greve gidebilmesi için kanuni düzenleme yapılması gerekir.

 

Anayasanın 128/1.maddesinde yer alan kanunla düzenleme ilkesi dikkate alındığında çerçeve nitelikli kanuni hükümle düzenleme getirilip konunun toplu iş sözleşmesi ile belirlenmesinin sözkonusu ilkeyi ihlal edip etmediği konusunda farklı görüşler bulunmaktadır.

 

Bu konudaki bir görüşe göre, ülkemizin taraf olduğu 98 yılı ILO Sözleşmesinin kanun hükmünde olmasından dolayı bu hakkın uygulanması gerektiği söylenmişse de, 98 sayılı ILO Sözleşmesinde bu hakkın nasıl kullanılacağını yeterli açıklıkta gösterilmediği için doğrudan uygulama hukuki gücüne sahip değildir.

 

Bu konudaki diğer görüş, mevcut pozitif hukuki düzenlemelerden doğan durum ve anılan anayasal hükmün konuluş amacı gereğini dikkate almaktadır. Memurla idare arasındaki ilişkinin kanuni durum kuramına dayandığı dikkate alınırsa sözleşmeyi amaçlayan bir yorumun yapılması bizce isabetli değildir. Aksine uygulama için öncelikle anılan anayasa hükmünün değiştirilmesi gerekir.

 

Bilindiği gibi, 657 sayılı Kanunun 26. maddesinde; Devlet memurlarının Kamu hizmeti aksatacak tarzda memurluktan kasıtlı olarak çekilmeleri veya görevlerine gelmemeleri veya görevlerine gelmelerine rağmen, Devlet hizmetlerini ve işlerini yavaşlatma veya aksatma sonucunu doğuracak eylem ve hareketlerde bulunmaları yasaklanmıştır.

 

Yukarıdaki yasağa uymama halinde, Devlet memurluğundan çıkarma cezası uygulanır. Ayrıca, toplu eylem ve hareketlerde bulunma fiili, Türk Ceza Kanununun 236. maddesiyle de cezalandırılmıştır.

 

Ayrıca, Devlet memurlarının grev kararı almaları, grev tertiplemeleri, grev ilan ertelemeleri, bu amaçla propaganda yapmaları da, 657 sayılı Kanunun 27. maddesi ile yasak kapsamına alınmıştır. Bu yasağa uymayanlar da, Devlet memurluğundan çıkarılmakla beraber, ayrıca haklarında Türk Ceza Kanununun 236. maddesi gereğince cezai kovuşturma yapılır.

 

b-    Yasaklanmış her türlü yayını veya siyasi veya ideolojik amaçlı bildiri, afiş, pankart ve benzerlerini basmak, çoğaltmak, dağıtmak veya bunları Kurumların herhangi bir yerine asmak veya teşhir etmek ;

 

c-     Siyasi partiye girmek ;

 

d-    Özürsüz olarak, 1 yılda toplam 20 gün göreve gelmemek ;

 

Memurun mesleki yükümlülüklerinden olan “görev başında hazır bulunma”nın en ağır ihlali Türk memur hukukunda özürsüz olarak bir yılda toplam en az yirmi gün göreve gelmeme olup, disiplin yaptırımı olarak devlet memuriyetinden çıkarmayı gerektiren bir durum sözkonusu olur. Yıl kavramından “takvim yılı” anlaşılmalıdır. Gün kavramından ise kanunu ifadesi karşısında kanımızca işgünü anlaşılamaz.Diğer taraftan devamsızlığın kesintili veya kesintisiz olmasının disipliner ihraç bakımından önemi yoktur. Önemli olan bir yıldaki özürsüz gelmeme toplamının en az yirmi günü bulmasıdır. Ancak sözkonusu devamsızlık aynı yıl içinde özürsüz ve kesintisiz en az on gün sürmüşse bu durumda yazılı müracaat şartı aranmaksızın çekilme isteğinde bulunulmuş sayılacağından Devlet Memurları Kanununun 94/1.maddesine göre, memura devlet memurluğundan çıkarma yaptırımının uygulanması (toplam devamsızlığın yirmi güne ulaşmadığı durumlarda) imkansız hale gelecektir. Çünkü burada disiplin yoluyla memuriyetten çıkarma düzeyine ulaşmamış ancak memuriyeti sona erdiren diğer bir durum sözkonusudur.

 

Devamsızlığın gün olarak toplam yirmi gün olması gerekli ve yeterlidir. Gün olarak değil fakat saat olarak memurun görevden uzak kaldığı saatlerin toplamı yirmi günü geçen yani sözgelimi ek mesai saatleri, gece çalışmasına vs. tabi olan memur kanunun ifadesi nedeniyle devlet memurluğundan çıkarılmamalıdır. (Danıştay 1.Daire Dairesinin 15.12.1983 tarih ve E:1983/309, K:1983/323 sayılı Kararı)

 

Göreve gelmemeden söz edilebilmesi için haklı bir neden ya da özürün bulunmaması gerekir. Seferberlik emri, tutukluluk, ya da gözaltına alınmada geçen süreler özür kavramı içerisinde değerlendirilir. (Danıştay 8.Dairesinin E:1991/2308, K:1992/1586 sayılı Kararı)

 

Görevden uzaklaştırılan memurun süre içerisinde göreve ilişkin yükümlülükleri askıya alınır. Memur fiilen görevden uzaklaşmış bulunduğundan görevi terk etme kasdından sözedilemez ve çekilmiş sayılmaya ilişkin hükümler uygulanamaz.

 

Kanundan doğan hakların kullanılması (örneğin, yılık, hastalık, mazeret izni gibi) özür sayılamaz.

 

Mahkumiyetini çekmek üzere cezaevine giren memurun durumu özür kavramı içerisinde değerlendirilmeli midir? Danıştay’a göre özürsüz kabul edilip çekilmiş saymak mümkün değildir. (Danıştay 5.Dairesinin 26.01.1984 tarih, E:1983/1126, K:1984/333 sayılı kararı) Mahkumiyetin niteliği ve süresi bakımından Devlet Memurları Kanununda öngörülen ve memuriyet koşullarının kaybı nitelik  ve derecesine ulaşıldığında koşullarda eksiklik gerekçesiyle idare memuriyete son verebilecekse de bu niteliğe ve süreye ulaşmayan mahkumiyet kararları ile bu durumdaki kişilerin durumlarının –tıpkı tutuklamada olduğu gibi- açıkça kanunda düzenlenmesinde fayda hatta zorunluluk bulunmaktadır.

 

e-     Savaş, olağanüstü hal veya genel afetlere ilişkin konularda, amirlerin verdiği görev ve emirleri yapmamak ;

 

Memurun itaat yükümlülüğüne aykırı disipliner ihraç yaptırımını gerektirecek düzeyine ulaşması mümkün olup savaş, olağanüstü hal veya genel afetlere ilişkin konularda amirlerin verdiği görev ve emirleri yapmamak buna bir örnek teşkil etmektedir. Dolayısıyla öncelikle “emir” kavramından ne anlaşılması gerektiği, içeriği ve kapsamı hakkında bilgi verme yararlı olabilecektir.

 

 

1-Emir ve İçeriği

 

Emir, hukuk tarafından kabul edilen genel veya özel üstünlük kudretine sahip kimsenin belirli bir davranışta bulunmasını empoze eden irade beyanı olarak tanımlanabilir. Emir, yetkili makam tarafından verilmelidir. Amirden sözedildiğine göre hiyerarşik düzene dayalı durum söz konusu olmakla birlikte, amir hiyerarşik olarak değil yetkisi dahilinde emir vermiş olmalıdır. Amir tek kişi olabileceği gibi birden fazla kişi de olabilir. Eğer emir verme konusunda birden fazla amir yetkili ise herhangi birisi de emir verebilir. Aynı amirin birden fazla verdiği emirler arasında farklılıklar var ise son emre uymak yeterlidir. Ancak, çeşitli derece ve konumdaki kimselerden verilen emirler arasında uyuşmazlık varsa derecesi en yüksek ve en üst amirin emrine uymak gerekir. Eğer aynı düzeyde farklı dereceler birbirinden farklı emirler vermişse memur yetkili makamın emrini yerine getirmelidir.

 

Emir konusunda Devlet Memurları Kanununun 125/E-(e) maddesinde belirtilen emir ile aynı kanunun genel hükümlerinde yer alan 11.madde karşılaştırıldığında 11/2.maddede yer alan emrin tekrarı görüşünden ziyade 11/4.maddede yer alan acele hallerde kamu düzeni ve kamu güvenliğinin korunması için kanunda gösterilen istisnaların saklı olduğuna dair hükmün tamamlayıcısı olduğu söylenebilir. Bunun sonucu hüküm bazı amirlerin sorumluluktan kaçan memurları bahane ederek kamu hizmetlerinin aksamasını önlemeyi de sağlamaktadır.

 

Eğer açık düzenleme yoksa emir yazılı veya sözlü olabilir. İdari işlemlerin yazılı olması asıl olmakla birlikte ihraç sebebi olarak belirtilen söz konusu durumların uygulanması bakımından emrin sözlü olması da mümkündür.

 

Görev veya emrin konusu idarenin takdir yetkisinin artıp idari kolluk yetkisinin genişlediği savaş, olağanüstü hal veya genel afetlere ilişkin olmalıdır. Devlet Memurları Kanununda savaş ve olağanüstü halden sözedildiğine göre sıkıyönetim durumu da bunun içerisinde değerlendirilmelidir. Çünkü, sıkıyönetim olağanüstü halden daha vahim ve ağır olan kamu düzenini bozan durumların varlığı halinde uygulama alanı bulmaktadır. Yine seferberlik uygulamasına ilişkin görev ve emirler de bu kapsama dahil olmalıdır.

Genel afet, olağanüstü hal uygulamasına gerekçe olabilecek bir kavramdır. Kanun hükümleri dikkate alındığında emrin verilme zamanının bu konu dışında verilen bir emir veya görevin yapılmaması söz konusu bent bakımından disipliner ihraç sebebi oluşturmaz. Yine ortada kademe ilerlemesinin durdurulmasını gerektiren “verilen görev ve emirleri  bilerek ve isteyerek yapmamama” durumunun özel bir şekli sözkonusudur.

 

Üzerinde durulması gereken diğer bir husus ise memurun emri yerine getirmede emrin meşrutiyetini denetim hakkının olup olmadığı ve varsa bu hakkın sınırının ne olması gerektiğidir.

 

2-Memurun Emrin Haklılığını Tartışması

 

a-Şekli Denetim Görüşü

 

Buna göre amirin emri vermeye yetkili olup olmadığı, yetki sınırını aşıp aşmadığı, yazılı şekil şartı konulmuşsa buna uyulup uyulmadığı gibi hususlara bakılır. Ancak emrin sadece şekli yönden incelenip içeriği incelenmezse konusu suç teşkil eden emir, emir mekanizması ile uygulanmış olur.

 

b-Muhteva İtibariyle Denetim Görüşü

 

Buna göre memur, emrin içeriğini de denetlemelidir. Çünkü onun görevi objektif hukuka uymaktır. Ancak bu görüş kabul edilirse hiyerarşik düzen bozulabilir ve devlet içinde anarşi olabilir.

 

c-Emrin Tekrarı Görüşü

 

Bu görüşe göre, memur emri kanunlara, kamu haklarına ve devletin hayrına ve kendi görüşüne aykırı görür ise durumu normal bir şekilde amirine bildirmelidir. Amir ikna olmazsa ast itaat etmelidir. Böylece sorumluluktan kurtulur. Belirtelim ki tekrar edilen emir, memuru disiplin yaptırımından kurtarır. Ancak bu memurun alınacak önlem ve kararları meydana getiren şartların maddi unsurlarını memurun amirinden daha iyi bilmesi düşüncesinin gerçekleşmesi ile mümkün olabilir.

 

Anayasanın 137/1. ve Devlet Memurları Kanununun 11.maddeleri esas itibariyle emrin tekrarı kuralını benimsemiş ancak askeri hizmetlerin görülmesi ve acele hallerde kamu düzeni ve kamu güvenliğinin korunması için kanunla gösterilen istisnaların saklı olduğu yine aynı hükümlerde belirtilmiştir. Konusu suç oluşturmayan emre amirin ısrarı halinde memurun uyması esastır. Aksi takdirde sorumluluk bahanesi ile her memur üstü tarafından verilen emirlerin kanuna aykırı olup olmadığını incelemeye kalkışacak olursa idarenin işgörme imkanı kalmaz ve devlet anarşiye sürüklenir.

 

Memurun bağlı bulunduğu kurum ve bu kurumda memurun konumu ile birlikte konunun değerlendirilmesi daha doğru bur yaklaşım olabilir. Kurum ya da örgüt türüne göre soruna bakıldığında; Dikey örgütlenme, buna “hiyerarşik” örgütlenme denir. Bu tip örgütlerde yönetme yetkisi tek bir makamda toplanmış olup, emirler üst makamdan alt makama doğru gider, otoriter bir nitelik taşır. Emir verenin sayısı az olduğu için işler daha kolay yürür. Üst kademelere gidildikçe otorite ve sorumluluk artar. Her memur bir üst kademeden emir alır. Dikey örgüt türünde dolaysız olarak uygulama yapma, çabuk karar alma, kesin sorumluları saptama ve disiplini sağlama gibi yararları vardır. Buna karşın uzman personelin görüşlerinden yararlanılmamaktadır. Yönetici örgüt içinde egemen konumdadır.

 

Görevsel örgütlenme söz konusu ise, bu tür örgütlenmede görevler gözönüne alınmakta, hiyerarşik sırayı izleme zorunluluğu bulunmamaktadır. Görevler dikkate alınarak birbiri ile ilgili olan birimler birbirlerine emirler verebilmektedir. Amaç, işlerin görülmesinde çabukluğu ve basitliği sağlamaktadır. Görevsel örgüt türü açık bir iş bölümü yapılmasına olanak sağlar, hiyerarşik sıra ve formaliteler belenmez, işler daha çabuk ve basit görülür, ekip halinde çalışma, elastikiyet ve yumuşaklık sağlanır. Bu tip örgütlenmenin sakıncalı yönü disiplin ve koordinasyonun sağlanmasında zorluk çekilebilir.

 

Dikey ve kurmay örgütlenme söz konusu ise, bu tür örgütlenme yürütme ve danışma organlarını aynı yapıda toplayan bir örgütlenme biçimidir. Buradaki “kurmay” tabiri danışma ve yardımcı birimler elemanlarını kapsamına almaktadır. Bir örgütü yalnız yürütme birimlerinin emirleri ile yönetmek olanaksızdır.  Danışma birimlerine de gereksinme vardır. Kurmay ve danışma birimleri emir ve kumanda doğrusuna dahil değildirler. Hiyerarşik birimler karar alan kesin karar yetkisine sahip organlardır. Danışma birimleri ise sadece görüş bildiren ve örgütün amaçlarına ulaşması için yardım eden birimlerdir. Dikey ve kurmay tipi örgütlenme uzmanlığa yer veren bir örgütlenme biçimidir. Bu tip örgütlenmede yöneticiler yetişmiş ve bilgili uzmanlara sahip olacakları için daha cesur karar alabilirler. Bu örgütlenme tipinin zayıf yönü danışmanlar arasında görüş ayrılıklarının bulunması durumunda işlerin yavaş yürümesi ile koordinasyonun zayıflamasıdır.

Komite tipi örgütlenme söz konusu ise, bu tip örgütlenmede karar alma ve yürütme yetkisi birkaç kişiden oluşan bir kurula verilmiştir. Kararlar tartışılarak, birden çok kişi ile alınır. Bu tip örgütlenme, işbirliği, uzmanlaşma, koordinasyonu basitleştirme, genel önerilere önem verme gibi üstünlüklere sahiptir. Sakıncalı yönü ise sorumluluk bölünmüştür, yöneticilik zayıftır, ödünlere yer verir, pratiğe elverişli değildir.

 

Yine bir örgüt içinde bilinen biçimsel kuruluş şeması dışında orada çalışan personelin birbirlerine çeşitli biçimde yakınlaşmalarından doğan biçimsel olmayan gruplar ve örgütler vardır. Biçimsel örgüte formel, resmi örgüt, biçimsel olmayan örgüte ise informel yada resmi olmayan örgüt denir. Biçimsel örgüt, yönetici ve memurların birbirleriyle ilişkilerinin yasal olarak saptandığı ve herkes tarafından bilinen örgüt biçimidir. Örgüt şeması içinde kimin kimden emir alacağı bellidir. Biçimsel olmayan örgüt ise, yasal ilişkilerin dışında personelin aynı dairede çalışmış olmaktan, benzer şeylerden hoşlanmak ya da sempati duymaktan, benzer niteliklere veya mesleki tecrübelere sahip olmaktan iler gelen yakınlaşma veya gruplaşmadır. Bu tip örgütlenmenin resmi veya hukuki yönü olmayıp, genellikle çalışmalarını saklarlar. İçlerinden birine yapılmış saldırı hepsine yapılmış sayılır. Bu tip örgütlenme örgüt için çok tehlikelidir, işler büyük ölçüde aksayabilir, huzur bozulabilir, memurlar arasında geçimsizlik çoğalabilir.

 

Memur yanılarak hataen kendi düşüncesini haklı veya doğru olduğunu sanarak emre uymamış olabililr.Ancak, emrin hukuka uygun olduğu sonradan anlaşılır ise bunun hukuki sonuçlarına katlanmak zorundadır.  Emir bir suç oluşturuyorsa memur esas itibariyle bunu yerine getiremez. Böyle bir konuda memurun yapılması kanunda suç olarak gösterilen bir fiil hakkında hataya düşmesi durumunda artık, fiili değil hukuku bilmeme veya yanlış yorumdan söz etmek gerekeceğinden, kanunu bilmemenin mazeret sayılamayacağını, bu nedenle memurun kanunun suç olarak belirttiği bir fiili bilmediğini veya yanıldığını ileri süremeyeceği açıktır.

 

Olağanüstü hal durumunda olağanüstü hal valisinin de belli disiplin yaptırımlarını, disiplin mevzuatında bu fiillerin disiplin yaptırımını gerektirip gerektirmediğine bakılmaksızın durumun ağırlığını dikkate alarak re’sen emir verme yetkisi de bulunmaktadır.

 

 

 

 

f-      Amirlerine, maiyetindekilere fiili tecavüzde bulunmak ;

 

g-     Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak ;

 

Kanun koyucu “memurluk sıfatı ile bağdaşmayan nitelik ve derecedeki yüzkızartıcı ve utanç verici hareketler”in neler olduğunu belirtmemiştir. Dikkat edilmesi gereken husus yargı kararı dışında soruşturmayı yapan idarenin bir fiili yüzkızartıcı olarak nitelendirebileceğidir. Bunun hangi eylemin memurluk sıfatı ile bağdaşmayan nitelikte ve yüzkızartıcı olduğunu belirleme konusunda idareye verilen takdir yetkisi bu konuda farklı uygulamaları beraberinde getirme tehlikesini taşımaktadır. Ayrıca kurumların niteliği ve özellikleri de farklı değerlendirmelere konu olabilir. Sözgelimi Emniyet mensupları bakımından genel kadınlarla yaşamak memuriyetten ihraç nedeni iken, bir başka kurumda çalışan memur için aynı fiil ihraç nedeni oluşturmayabilecektir.

 

Diğer taraftan “…. yüzkızartıcı harekette bulunmak…..”tan sözedilmekte sadece anılan nitelikli harekette bulunmak yeterli olmakta yani yüzkızartıcı bir “suçu” gerektiren eylem düzey ve yoğunluğunda olma gerekmemektedir.Oysa bu memur teminatına aykırı son derece genel bir düzenlemedir. Disipliner ihraç müessesesinin amacının, memur hukukunun ilke ve esasları ile bağdaştırılması güçtür. Bu uygulama idarenin belirlemesine göre, söz konusu yüzkızartıcı hareketin var olduğu iddiasıyla memur teminatının haksız şekilde ortadan kaldırılması tehlikesi taşımaktadır.

 

Yüzkızartıcı suçlar Devlet Memurları Kanununun 48/A-5.maddesinde; zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolanlı iflas’dan sözedilmekte, yüzkızartıcı suçların neler olduğu konusunda kanunda açık düzenleme bulunmamakta, bu konuda daha ziyade içtihatlar yol gösterici olmaktadır. Örneğin, Danıştay içtihatlarına göre söz gelimi zina yüzkızartıcı suç sayılmamaktadır. (Danıştay 5.Dairesinin, E:1989/2846,K:1992/2603 sayılı Kararı)

 

Bir görüşe göre“Gibi” terimi iki şekilde yorumlanmaktadır. Bir görüşe göre, “gibi”sözcüğüne rağmen sorunun maddede sayılan suçlarla sınırlı bir şekilde ele alınması gerektiği esasına dayanmakta ve en azından “nası ızrar”(bir kimsenin taşınır veya taşınmaz malına zarar vermek,tahrip veya imha etmek) ,“sarkıntılık” ve “zina” suçlarının bu kapsamda olmayacağını söylemektedir.

 

Diğer bir görüş ise, dilbilgisi ve yorum kurallarını esas alarak benzer suçları da bu kategoriye almakta ve kanundaki sayımın sınırlı olmadığını vurgulamaktadır. Kanun hükmü esas alınmalı lafza bağlı yorumdan (kanunun metnindeki kelimelere dayanılarak yapılan yorum) bir sonuca varılamıyorsa amaçcıl yorum yapılmalıdır. Eğer sınırlı sayım yapılmış olsaydı ayrıca “yüz kızartıcılık” kavramına ilişkin belirleme yapılmasına gerek kalmazdı. Dolayısıyla “gibi” kavramı örnekleyici olarak kabul edilmesi mevcut kanuni ifadenin zorunlu sonucudur. Ancak memur teminatı bakımından bizce olması gereken, yüzkızartıcı suç deyiminin metinden çıkarılıp bu nitelikli suçların kanunda tek tek sayımı yoluna gidilmesidir.

 

Süresi ne olursa olsun herhangi bir yüzkızartıcı suçtan mahkum olan kişinin memuriyetine idarece son verilir. Çünkü fıkrada hürriyeti bağlayıcı cezanın miktarı değil suçun türü esas alınmıştır. Bu önemine rağmen anılan hükümde sınırlı bir sayımın yapılması memur teminatı bakımından isabetli değildir.

 

Türk Ceza Kanununun 419.maddesinde yer alan alenen hayasızca vaz-ı harekette bulunmak suçundan mahkum olan bir kimsenin Devlet Memurları Kanununun 98.maddesi hükümlerine göre görevine son verilemeyeceğine karar vermiştir. (Danıştay 1.Dairesinin 09.11.1993 tarih ve E:1983/220, K:1983/260 sayılı Kararı) Oysa bu suçtan mahkumiyet “memurluk sıfat ve onuru ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüzkızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak” olarak nitelendirilmeli ve disiplin yaptırımı olarak devlet memurluğundan çıkarmayı gerektirmelidir.

 

Danıştay’a göre idarenin bir suçun yüzkızartıcı suç niteliğinde bulunup bulunmadığını tesbitteki takdir yetkisi mutlak değildir ve “gibi” suçların maddede yer alan diğer suçlarla mukayese edilerek belirlenmesi gerekir. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun ise yüzkızartıcı fiilleri toplumdaki ahlak anlayışı üzerine kurduğu söylenebilir.

 

Özel hayatın dokunulmazlığı ile memuriyet mesleğinin gerekleri arasında denge olmalıdır. Bu bağlamda kişinin seksüel alanı da disiplin hukukunda tartışma konusu olmuştur. Görevini layıkıyla yürüten fakat söz gelimi homoseksüel ya da lezbiyen olan memurun memuriyetine disiplin yoluyla son verilebilir mi? Genel olarak bu soruya verilecek cevap tamamen o ülkenin toplumsal ve kültürel koşulları ile yakından ilgilidir ancak eğer bu soruya olumlu yanıt verilecek olursa bunun tanım ve unsurlarının da gösterilmesi gerekir. Bunun dışında örneğin polis memurunun genel kadınlarla yaşaması memuriyete son vermeyi gerektiren bir disipliner ihraç sebebi olup örneğin Danıştay öğretim elemanlarının da özel hayatlarındaki yüzkızartıcı ve utanç verici hareketlerden korunmak zorunda olduklarını vurgulamaktadır. (Danıştay 10.Dairesinin, 05.04.1988 tarih ve E:1987/487, K:1988/576 sayılı Kararı)

 

Özel hayat ile disiplin fiilleri arasında bağ kurulmasında ihtiyatlı olunmalıdır. Çünkü mesleğin ifasına uygun düşmeyen davranışların belirlenmesi kimi durumlarda temel bir hakkı zedelemeden mümkün olmayabilir. Söz konusu fiillerin kurum içinde işlenmesi esas olmakla birlikte kurum dışında işlenmiş fakat etkileri kurum çalışmasını etkileyen fiiller Devlet Memurları Kanununun 131/son maddesine göre yine disiplin soruşturmasına konu olabilir.

 

Saygın ya da ağır başlı olma yükümlülüğünün bir gereği olarak memur; konuşma tarzı, nereye kadar gideceği bilme, olaylar karşısında göstereceği tepki, üslûp, tavır gibi hususlarda daima ölçülü olmalıdır. Bu yükümlülük üst ya da ast olan mesai arkadaşlarının yanısıra gitgide bütün kamu görevlilerine ve ilgili üçüncü kişilere kadar uzanır. Memurun ailesine karşı tutum ve davranışları da yerine göre disiplin hukukunun konusunu oluşturur.

 

Sürekli anormal ve aşırı davranışlara sahip memurun ölçülü olmasından sözedilemez. Bu husus yurt içinde olduğu gibi yurt dışında da görevli memurlar bakımından geçerlidir. Yurtdışında devletin itibarını düşürecek veya görev haysiyetini zedeleyecek tutum ve davranışlarda bulunmak sözedilmektedir.

 

Hizmet dışındaki alkol tüketiminin ise çalışma gücünü ve hizmetin görülmesini etkilememesi gerekir. Özellikle çalışma saatinden kısa süre önce alkol tüketilmemesi gerekir. Diğer taraftan görev dışında olmakla birlikte bağımlılık yaratacak düzeyde alkol kullanılmasının memurun sosyal çevresinde yarattığı olumsuz etki ölçülü olma yükümlülüğünün ihlali olmakla birlikte disipliner ihraç bakımından bu durumun göreve olumsuz bir etkisinin olması gerekir.

 

Uyuşturucu hap gibi bağımlılık yaratan maddeler kullanma, anormal bir yaşam, kumar da duruma göre ölçülü olma yükümlülüğünün ihlali olarak kabul edilebilir.

 

Memur, düşünce ve kanaat özgürlüğü başta olmak üzere diğer bütün haklarını kullanırken de ölçülü olmak zorundadır. Danıştay 8.Dairesinin E:1993/1617, K:1993/4214 sayıyla verdiği kararda; “…. her vatandaşın anayasa ile teminat altına alınan düşünce ve kanaat özgürlüğü çerçevesinde gözlemlerini dile getirmek ve başkalarına iletmek hakkı vardır. Ancak bu hakkın toplumun tüm bireylerince eşit olarak ve aynı yoğunlukta kullanılmasına olanak yoktur. Devlet memuru olan kişilerin amirleri ve kamu görevlileri hakkındaki açıklamalarında bu hak ve özgürlükleri daha ölçülü ve daha özenli kullanmaları gerekir….” diyerek bu yükümlülüğe içtihati bir boyut kazandırmıştır. Ayrıca Danıştay 10.Dairesinin 03.12.1984 tarih ve E:1984/1773, K:1984/2029 sayılı kararı ile hizmet dışında ve izinli olunan dönemde resmi sıfatın gerektirdiği saygınlığı ve güven duygusunu sarsacak nitelikteki davranışların meslekten çıkarma yaptırımını gerektirmeyeceğine karar vermiştir.

 

h-    Yetki almadan gizli belgeleri açıklamak ;

 

Sır kavramı; terminolojik anlamı ile “sır” ile kimseye söylenmemesi ve gizli tutulması gereken şey anlatılır. Doktrinde “sır”, herkes tarafından bilinmeyen ve açıklanması sahibinin şeref ve menfaatine zarar verme tehlikesi gösteren hususlar olarak tanımlanmıştır. Buna göre sırrın sübjektif ve objektif olmak üzere iki unsuru bulunmaktadır.

 

Sübjektif unsurda sır sahibinin sır teşkil eden hususun üçüncü kişiler tarafından öğrenilmemesini isteme anlaşılır. Objektif unsur ise,  sır olan hususun esasen başkaları tarafından bilinmemesidir. Sır konusunun başkaları tarafından bilinmemesi veya belirli bir çevre tarafından bilinmesi gerekir. Bu çevredekilerin sayısı tamamen nısbidir. Bir kişi olabileceği gibi birden fazla kişi de olabilir.

 

Meslek sırrı ise, bir kimsenin  mesleği icabı öğrendiği ve başkalarına açıklamamsı gereken bilgilerin tümüdür. Memurun meslek sırrını koruması göreve ilişkin olumsuz yükümlülüklerindendir. Memurun meslek sırrını koruması sadece özel kişilere karşı değil, diğer kamu kurumlarına karşı da olmalıdır. Gizli bilginin açıklanmasında kamu yararı varsa ancak yetkili makam bu bilgiyi açıklamama yönünde emir vermişse memur bu bent itibariyle mutlak itaat gibi gerekçelerle kendisini savunmamalıdır. Konusu suç teşkil eden emir yerine getirilmez.

 

Devlet Memurları Kanununun 125/E-(h) bendine göre, yetki almadan gizli belgeleri açıklamak devlet memurluğundan çıkarma yaptırımını gerektirir. Bu konuyla ilgili olabilecek yine aynı Kanunun 31.maddesinde (Değ.12.05.1982-2670/11.Md.) ise memurlara konulan yasaklar içerisinde gizli bilgileri açıklama yasağı; “Devlet memurlarını kamu hizmetleri ile ilgili gizli bilgileri görevlerinden ayrılmış bile olsalar, yetkili bakanın yazılı izni olmadıkça açıklamaları yasaktır” şeklinde düzenlenmiştir. Her iki hüküm karşılaştırıldığında, disipliner ihraçlarda kamu hizmeti ile ilgili olup olmama bakımından bir ayrım yapılmamış iken, 31.maddede böyle bir ayrım yapılmış ve gizli bilgilerin kamu hizmeti ile ilgili olması öngörülmüştür.

 

i-       Siyasi ve ideolojik eylemlerden arananları görev mahallinde gizlemek

 

j-      Yurtdışında, Devletin itibarını düşürecek veya görev haysiyetini zedeleyecek tutum ve davranışlarda bulunmak ;

 

k-    5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanuna Aykırı fiilleri işlemek ;

 

5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkındaki Kanuna aykırı fiilleri işleyen memurlar disiplin yoluyla devlet memuriyetinden çıkarılır.

 

Bu düzenleme gerekli olmasının yanısıra anayasanın öngördüğü sistemi tamamlayan bir yönü de bulunmaktadır.

 

Danıştay “Sömürülen Atatürk Ve Atatürkçülük” adlı kitabında halkı basın yolu ile kin ve düşmanlığa sevk ve yeni yılda yakınlarına gönderdiği tebrik kartında siyasi ve ideolojik amaçla güttüğü iddiasıyla açılan disiplin soruşturmasında Bakanlık Yüksek Disiplin Kurulu’nca verilen devlet memuriyetinden çıkarma yaptırımının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 10/1.maddesinde yer alan düşünce düşünceyi açıklama hürriyetini devletin, vatandaşına taahhüt ettiğini, bu nedenle dilek ve temenni niteliğindeki düşünce açıklamalarının açık ve somut bir kışkırtma ve suça iteleme niteliği taşımadığını (Danıştay 5.Dairesinin, 22.09.1991 tarih, E:1986/1723, K:1991/1933 sayılı Kararı), siyasi nitelikli düşünce açıklamalarının görev dışında eyleme dökülmedikçe Devlet Memurluğundan çıkarmayı gerektirmeyeceğini vurgulamaktadır, (Danıştay 10.Dairesinin, 15.12.1987 tarih, E:1987/1401, K:1987/2024 sayılı Kararı)

5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında  Kanun kapsamındaki suçları işleyen memurlar, bu Kanundaki cezalara muhatap olmalarının yanı sıra, Devlet memurluğundan çıkarma cezası ile de cezalandırılır.

 

Danıştay Beşinci Daire Kararı

                        Esas No                      : 1989/531

                        Karar No       :1990/1649

                        Tarih              : 04.10.1990

ÖZÜ: 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 117. ve 118. maddeleri, olumsuz siciller konusunda özel düzenleme getirdiğinden, bu konuda açılacak davalarda süre, anılan maddeler gözönünde tutularak hesaplanmalıdır.

 

Danıştay Beşinci Daire Kararı

                        Esas No                      : 1990/3713

                        Karar No       : 1990/1812

                        Tarih              : 17.10.1990

ÖZÜ: Memuriyetle bağdaşmayan tutum ve davranışları saptanan ve bu eylemleri nedeniyle disiplin cezası verilen davacının, adaylık süresinin dolması beklenmeden görevine son verilmesinde mevzuata aykırılık bulunmamaktadır.

 

Danıştay Sekizinci Daire Kararı

                        Esas No                      : 1991/1226

                        Karar No       : 1991/1465

                        Tarih              : 26.09.1991

ÖZÜ:  Amirine veya mahiyetindekilere karşı küçük düşürücü veya aşağılayıcı fiil ve hareketler yapmak eyleminde bulunan davacıya, davacının bu eylemlerinin karşılığı 1701 sayılı Kanunda yer almadığından 657 sayılı Kanunun 125/D-d maddesi uyarınca bir yıl kademe ilerlemesinin durdurulması cezası verilmesinde kanuna aykırılık görülmemiştir

 

Yer Değiştirme Yönetmeliği Hakkında

Şub29
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

 26 Şubat 2016 günlü ve  29636    sayılı Resmi  Gazetede ;  2016/8516 Karar sayılı Devlet Memurlarının Yer Değiştirme Suretiyle Atanmalarına İlişkin Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” in yürürlüğe konulması; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı (Devlet Personel Başkanlığı)’nın 22/1/2016 tarihli ve 374 sayılı yazısı üzerine, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 2 nci ve 72 nci maddelerine göre, Bakanlar Kurulu’nca 26/1/2016 tarihinde kararlaştırılmıştır.

DEVLET MEMURLARININ YER DEĞİŞTİRME SURETİYLE ATANMALARINA İLİŞKİN YÖNETMELİKTE DEĞİŞİKLİK YAPILMASINA DAİR YÖNETMELİK

MADDE 1- 19/4/1983 tarihli ve 83/6525 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ile yürürlüğe konulan Devlet Memurlarının Yer Değiştirme Suretiyle Atanmalarına İlişkin Yönetmeliğin 15 inci maddesi yürürlükten kaldırılmıştır.

Vali, kaymakam, bölge müdürü, başmüdür, il ve ilçe müdürleri, emniyet müdürü, emniyet amiri, milli eğitim müdürü, defterdar, mal müdürü, kadastro müdürü, tapu sicil müdürü, Nüfus ve Vatandaşlık Müdürü, Nüfus Müdürü ve bunların yardımcıları, taşra teşkilatında görevli şube müdürü, müdür, il ve ilçe müftüsü ve bunların yardımcıları ile koruma ve güvenlik hizmetlerini yürüten personelin, nüfusa kayıtlı olduğu ile veya Nüfusa kayıtlı olmamakla birlikte, en az 15 yıl müddetle devamlı olarak ikamet ettikleri ile atanmalarını engelleyen yönetmelik hükmü yürürlükten kaldırılmıştır.

Bazı memurların, nüfusa kayıtlı olduğu il’e atanmalarını engelleyen hüküm genel yönetmeliğin yanı sıra kurumsal düzeydeki nakil yönetmeliklerinde de yer almaktadır.

Bu nedenle Yönetmelik değişikliğine paralel olarak; Göç İdaresi Genel Müdürlüğü,  Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı Taşra Teşkilatı Yöneticileri,  Karayolları Genel Müdürlüğü,  Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, SGK, İçişleri Bakanlığı ve Maliye Bakanlığının Yer Değiştirme Yönetmeliklerinde yer alan benzer hükümlerin yürürlükten kaldırılmasına yönelik değişiklikler yapılması gerekmektedir.

               YÜRÜRLÜKTEN KALDIRILAN MADDE

Madde 15 – (Değişik madde: 06/05/1992 – 92/3009 K.)

Vali, kaymakam, bölge müdürü, başmüdür, il ve ilçe müdürleri, emniyet müdürü, emniyet amiri, milli eğitim müdürü, defterdar, mal müdürü, kadastro müdürü, tapu sicil müdürü, Nüfus ve Vatandaşlık Müdürü, Nüfus Müdürü ve bunların yardımcıları, taşra teşkilatında görevli şube müdürü, müdür, il ve ilçe müftüsü ve bunların yardımcıları ile koruma ve güvenlik hizmetlerini yürüten personel;

a) Kendisinin veya eşinin nüfusa kayıtlı olduğu il ve bu il’e bağlı ilçelere,

b) Nüfusa kayıtlı olmamakla birlikte, en az 15 yıl müddetle devamlı olarak ikamet ettikleri veya hizmetini olumsuz yönde etkileyecek maddi ilişkisinin bulunduğu il veya ilçeye, bu il’e bağlı ilçelere, ilçenin bağlı bulunduğu il ve bu il’e bağlı diğer ilçelere,

c) (Mülga bend)atanamazlar.

Ancak, son genel nüfus sayımına göre;

a) Ekli 1 Sayılı Cetvelde IV, V ve VI ncı bölge kapsamında belirlenen il merkezleri ile bunlara bağlı ilçe merkezlerinden nüfusu 50.000’i aşan yerlere,

b) Diğer il veya ilçe merkezlerinden nüfusu 100.000’i aşan yerlere,yapılacak atamalarda yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz.

Kurumlar hizmet gereği ve özelliklerini dikkate alarak ikinci fıkrada belirtilen sınırın üzerinde bir rakam tesbit edebilirler.

Sınav Genel Yönetmeliği Hakkında

Şub29
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Kamu Görevlerine ilk Defa Atanacaklar İçin Yapılacak Sınavlar Hakkında Genel Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğe İlişkin DEVLET PERSONEL BAŞKANLIĞININ AÇIKLAMASI

           Resmi Gazetede yayımlanan değişiklik sonrasında, ÖSYM’nin sonuç açıklama tarihini değiştireceğini ve bu sayede 2016 yılında mezun olacakların 2016/1 KPSS tercih işlemlerine başvurabileceğini belirtmiştir. Bilindiği üzere, 29/01/2016 tarihinde yapılan duyuruda 2016/1 merkezi yerleştirme işlemlerinde 2014 yılı KPSS sonuçlarının kullanılmasını ve 2016 yılı Haziran ayında mezun olacak adayların da bu yerleştirmede tercihte bulunabilmesini sağlamak amacıyla Başkanlığımızca “Kamu Görevlerine ilk Defa Atanacaklar İçin Yapılacak Sınavlar Hakkında Genel Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik Taslağı” hazırlandığı ifade edilmişti. Bahsi geçen “Kamu Görevlerine ilk Defa Atanacaklar İçin Yapılacak Sınavlar Hakkında Genel Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”; 26/02/2016 tarihli ve 29636 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak bugün itibariyle yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Söz konusu değişiklik ile;

            1. KPSS’NİN sonuçlarının açıklanmasından itibaren geçerlilik kazanması sağlanarak, sınavın yapıldığı ve sonuçların açıklandığı tarihler arasında adayların bir önceki KPSS sonuçlarını kullanabilmeleri temin edilmiştir.

2. 2017 yılından itibaren KPSS A Grubu sınavlarında birtakım düzenlemeler yapılabilmesi için, A Grubu kadrolara başvuru açısından 2016 KPSS puan türlerinin geçerlilik süresi bir yıl olarak belirlenmiştir.

Yönetmelikteki bu değişiklikle birlikte, ÖSYM Başkanlığı tarafından daha önce 9 Haziran 2016 olarak belirlenen 2016 KPSS Lisans sonuç açıklama tarihi de değiştirileceğinden, 2016 yılı Haziran ayında mezun olacak adayların 2016/1 merkezi yerleştirmelerinde 2014 yılı KPSS sonuçları ile tercih yapmaları sağlanmış olacaktır.

Bu nedenle 2016 yılında mezun olacak adayların 2016/1 yerleştirmelerine başvuramayacağına yönelik olarak basında yer alan haberlere itibar edilmemelidir.

Başkanlığın bahsettiği yönetmelik değişikliği 26 Şubat tarihli Resmi Gazetede yayımlandı. Yayımlanan değişikliğe göre, sınav sonuçları, bir sonraki sınavın yapıldığı tarihe kadar değil, bir sonraki sınav sonuçlarının açıklandığı tarihe kadar geçerli olacaktır. Hali hazırdaki ÖSYM açıklamasına göre, 2016 KPSS Lisans sonuçlarının açıklanma tarihi 9 Haziran’dır. Tüm bu gelişmeler sonrasında, Devlet Personel Başkanlığının yukarıdaki açıklamasında; KPSS sonuç açıklama tarihinin de değişeceğini, bu sayede de 2016 mezunlarının 2016/1 KPSS tercihlerine 2014 KPSS puanlarıyla başvuru yapabileceği anlaşılmaktadır.

Alışveriş Merkezleri Yönetmeliği Hakkında

Şub26
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

26 Şubat 2016 CUMA günlü ve 29636 sayılı Resmi Gazetede; 6585 sayılı Perakende Ticaretin Düzenlenmesi Hakkında Kanunun 3 üncü, 5 inci, 10 uncu, 11 inci, 12 nci, 16 ncı ve 17 nci maddelerine dayanılarak hazırlanan ALIŞVERİŞ MERKEZLERİ HAKKINDA YÖNETMELİK alışveriş merkezlerine ilişkin ilke ve kurallar ile alışveriş merkezi maliki ile yönetiminin, yetkili idarelerin ve diğer ilgili kurum ve kuruluşların alışveriş merkezlerine ilişkin görev ve sorumluluklarını kapsamaktadır.

Yönetmeliğin 5.maddesindeki  “Alışveriş merkezinin projelendirilmesi ve ruhsatlandırılması “ şeklindeki düzenlemede  ;

“(3) Alışveriş merkezine yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi ve işyeri açma ve çalışma ruhsatını verme, değiştirme ve yenileme yetkisi büyükşehir olan yerlerde büyükşehir belediyesine; diğer yerlerde belediye sınırları ve mücavir alanlar içinde ilgili belediyelere, belediye sınırları ve mücavir alanlar dışında ise il özel idarelerine aittir.

(4) Alışveriş merkezi projesi için yapı ruhsatı verilirken, başvuru tarihinden itibaren üç iş günü içinde üst meslek kuruluşlarının yazılı görüşleri talep edilir.

(5) Üst meslek kuruluşları, talep yazısının kendilerine ulaştığı tarihten itibaren on beş iş günü içinde görüşlerini yazılı olarak gönderir. Bu görüşler tavsiye niteliğindedir. Görüş yazılarında; yapı ruhsatını vermeye yetkili idarenin sınırları içindeki alışveriş merkezi sayısı, bunların birbirine ve yerleşim yerlerine olan mesafesi, ulaşım imkânları, alışveriş merkezinin çevreye, altyapıya ve trafiğe getireceği yükler ile yaratacağı can ve mal güvenliği riski gibi ekonomik, sosyal, çevresel ve demografik unsurlara yer verilir. Süresi içinde görüş verilmemesi halinde görüşün olumlu olduğu kabul edilir.

(6) Büyükşehir belediyesi tarafından alışveriş merkezi projesi için yapı ruhsatı verilirken ilgili ilçe belediyesinden de görüş alınabilir. Bu durumda, dördüncü ve beşinci fıkralardaki usul ve esaslar uygulanır.

(7) 4 üncü maddenin birinci fıkrasında belirtilen niteliklere sahip olan alışveriş merkezine yapı kullanma izin belgesi verilir. Kanunun uygulamasında bu belge işyeri açma ve çalışma ruhsatı yerine geçer.” Hükmü yer almaktadır.

4483 Sayılı Kanun Hakkında

Şub23
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

             

 Danıştay 1. Daire,E. 2011/615,K. 2011/1610,T. 24.10.2011

               ÖZET : Yasama dokunulmazlığı 4483 sayılı Kanun kapsamında, Belediye Başkanının ifadesinin alınmasına ve hakkında ön inceleme yapılmasına engel oluşturmayacaktır.

4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunun 4. maddesinin üçüncü ve dördüncü fıkralarında; bu Kanuna göre memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında yapılacak ihbar ve şikayetlerin soyut ve genel nitelikte olmamasının, ihbar veya şikayetlerde kişi veya olay belirtilmesinin zorunlu olduğu, iddiaların da ciddi bulgu ve belgelere dayanması gerektiği, bu hükme aykırı bulunan ihbar ve şikayetlerin, Cumhuriyet başsavcıları ve izin vermeye yetkili merciler tarafından işleme konulmayacağı ve durumun ihbar veya şikayette bulunana bildirileceği, 5. maddesinde, izin vermeye yetkili merciin, bu Kanun kapsamına giren bir suç işlendiğini öğrendiğinde bir ön inceleme başlatacağı, ancak ihbar ve şikayetler konusunda daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme olması halinde müracaatın işleme konulmayacağı, 6.maddesinde de, ön inceleme ile görevlendirilen kişilerin, bakanlık müfettişleri ile kendilerini görevlendiren merciin bütün yetkilerini haiz olduğu, bu Kanunda hüküm bulunmayan hususlarda Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununa göre işlem yapabilecekleri; hakkında inceleme yapılan memur veya diğer kamu görevlisinin ifadesini de almak suretiyle yetkileri dahilinde bulunan gerekli bilgi ve belgeleri toplayıp, görüşlerini içeren bir rapor düzenleyerek durumu izin vermeye yetkili mercie sunacakları, yetkili merciin de bu rapor üzerine soruşturma izni verilmesine veya verilmemesine karar vereceği hükme bağlanmıştır. Dosyanın incelenmesinden, şikayetçi …vekili Av. … ‘in Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığına verdiği dilekçede, şikayetçinin 2002-2004 yılları arasında … ilçesinde faaliyet gösteren … Tekstil Kumlama Yıkama Boyama San.Ltd.Şti’de kot kumlama işçisi olarak çalıştığını, bu işyerinde işyeri güvenliği ve işçi sağlığı ile ilgili gerekli önlemlerin alınmaması nedeniyle silikozis hastalığına yakalandığını, gayri sıhhi müesseseleri ruhsatlandırmak ve denetlemekle görevli Belediyenin gerekli denetimleri yapmayarak söz konusu işyerinin mevzuata aykırı faaliyette bulunmasına göz yumduğunu iddia ederek Büyükşehir ve … Belediye yetkilileri hakkında suç duyurusunda bulunduğu, Başsavcılığın 11.3.2009 tarih ve Soruşturma No: 2009/18550 sayılı yazısıyla şikayet evrakının 4483 sayılı Yasa uyarınca gereğinin takdir ve ifası için İstanbul Valiliğine gönderildiği, Valilikçe yaptırılan araştırma sonucunda düzenlenen 29.5.2009 tarihli raporda, … Belediye Başkanı ve yetkilileri ile Büyükşehir Belediyesi yetkililerinin mevzuat uyarınca gerekli işlemleri tesis ettikleri, görevlerini ihmal etmedikleri ve haklarında ön inceleme yaptırılması gerekmediği kanaatinin bildirildiği, kanaat doğrultusunda içişleri Bakanınca şikaye in işleme konulmamasına ilişkin 11.12.2009 tarih ve INS:09.34.2234 sayılı kararın alındığı, şikayetçinin bu karara itirazı üzerine Dairemizin 15.7.2010 tarih ve E:2010/564, K:2010/1245 sayılı kararıyla, itiraz kabul edilerek ve iddia konusuyla ilgili ön inceleme yapılması gerektiği belirtilerek söz konusu işleme konulmama kararının kaldırıldığı, Dairemiz kararı üzerine içişleri Bakanı tarafından ön inceleme onayı verildiği ancak Mülkiye Müfettişince yapılan incelemede, aynı konu ve görevliler hakkında daha önce 27.9.2010 tarih ve 105/105 sayılı ön inceleme raporu ile 27.9.2010 tarih ve 105/106 sayılı tevdi raporunun düzenlenmiş olduğu belirtilerek söz konusu iddiayla ilgili olarak 4483 sayılı Kanunun 5. maddesi gereğince mükerrer ön inceleme yapılmasının mümkün olmadığının bildirildiği, yetkili merciin de aynı gerekçeyle … Belediye Başkanı ve diğer Belediye görevlileri hakkında şikayetin işleme konulmamasına ilişkin 30.12.2010 tarih ve İNS:09.34.2234 sayılı kararı aldığı anlaşılmıştır. Dairemizin 26.5.2011 tarihli ara kararıyla içişleri Bakanlığından, itiraza konu işleme konulmama kararının gerekçesini oluşturan 27.9.2010 tarihli, 105/105 sayılı ön inceleme raporu ile 105/106 sayılı tevdi raporunun istenildiği, ara kararımıza verilen cevap ve eki belgelerden, şikayete konu işyerinde gerekli denetimlerin yapılmadığı iddiasını kapsayacak şekilde İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve … Belediyesi görevlileri (ilgili Belediye Başkan Yardımcıları ile Ruhsat ve Denetim Müdürleri) yönünden 105/105 sayılı ön inceleme raporunun düzenlendiği ve bu kişiler hakkında soruşturma izni verilmemesi yolunda İçişleri Bakanı tarafından 28.9.2010 tarih ve Mül.Tef.Ku.Bşk.2010/349 sayılı kararın alındığı, söz konusu kararın itiraz edilmeyerek kesinleştiği, şikayet edilen … Belediye Başkanı …’ın ise ön inceleme tarihinde milletvekili olması nedeniyle anılan ön inceleme raporu ve yetkili merci kararı kapsamında değerlendirilmediği, şikayetin adı geçene ilişkin kısmı tefrik edilerek bu kişi hakkında 105/106 sayılı tevdi raporunun düzenlendiği, bu raporda, adı geçenin halen milletvekili olması nedeniyle Anayasanın 83. maddesi uyarınca yasama dokunulmazlığının bulunduğu, bu nedenle 4483 sayılı Kanunun 6. maddesi gereğince ifadesinin temini mümkün olmadığından konunun ilgiliye ilişkin kısmının Adalet Bakanlığına tevdi edilmesi gerektiğinin bildirildiği anlaşılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının yasama dokunulmazlığını düzenleyen 83. maddesinin 2 nci fıkrasında, seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen milletvekilinin, Meclisin kararı olmadıkça tutulamayacağı, sorguya çekilemeyeceği, tutuklanamayacağı ve yargılanamayacağı hüküm altına alınmıştır. Anayasadaki düzenlemeden de anlaşıldığı üzere yasama dokunulmazlığı, suç işlediği iddia edilen milletvekilini, hürriyeti kısıtlayıcı bazı usul işlemlerinden ve yargılamalardan korumayı ifade etmektedir. Ayrıca 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Tanımlar başlıklı 2 nci maddesinin birinci fıkrasının (h) bendinde sorgu, şüpheli veya sanığın hâkim veya mahkeme tarafından soruşturma veya k ovuşturma konusu suçla ilgili olarak dinlenmesi şeklinde tanımlanmıştır. 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunun 6 ncı maddesinde, ön inceleme ile görevlendirilen kişi veya kişilerin, bakanlık müfettişleri ile kendilerini görevlendiren merciin bütün yetkilerini haiz oldukları, bu Kanunda hüküm bulunmayan hususlarda Ceza Muhakemesi Kanununa göre işlem yapabilecekleri, hakkında inceleme yapılan memur veya diğer kamu görevlisinin ifadesini de almak suretiyle yetkileri dahilinde bulunan gerekli bilgi ve belgeleri toplayıp, görüşlerini içeren bir rapor düzenleyerek durumu izin vermeye yetkili mercie sunacakları hükmüne yer verilmiştir. Kanunda belirtilen ifade alma işlemi, Anayasanın 83. maddesinde belirtilen sorguya çekilme anlamına gelmeyip sadece hakkında ön inceleme yapılanın ön inceleme konusu olaya ilişkin bilgi ve görgüsüne başvurulması anlamını taşımaktadır. Kaldı ki, 4483 sayılı Kanunla, yürürlükten kaldırılan 4 Şubat 1329 tarihli Memurin Muhakematı Hakkında Kanunu Muvakkat’ın öngördüğü soruşturma sisteminden vazgeçilmiş izin sistemi benimsenmiştir. Böylece 4483 sayılı Kanun hükümleri uyarınca memurlar ve diğer kamu görevlilerine görevleri sebebiyle işledikleri suçlardan dolayı soruşturma izni verilmiş ise ancak o zaman haklarında Cumhuriyet başsavcılıklarınca soruşturma yapılması mümkündür. Cumhuriyet başsavcılıklarınca soruşturma yapılmasına başlanılmasından itibaren kişi, Ceza Muhakemesi Kanununa göre “şüpheli” sıfatını kazanacaktır. Kişinin ön incelemede ifadesine başvurulmakla, kişiye ceza hukuku ilkeleri açısından “şüpheli” sıfatının yüklenemeyeceği açıktır. Böylece, yetkili merci tarafından hakkında soruşturma izni verilen ancak Anayasanın 83. maddesi uyarınca yasama dokunulmazlığı bulunan kişiler hakkında Cumhuriyet başsavcılıklarınca soruşturma yapılabilmesi ve ifade alınabilmesi ancak yasama dokunulmazlığının TBMM’ce kaldırılmasına bağlıdır. Yasama dokunulmazlığının kaldırılması istemiyle TBMM’ye gönderilmek üzere Adalet Bakanlığına bildirilmesi için tevdi raporu düzenleme görevi de yine Ceza Muhakemesi Kanununa göre soruşturma yapmakla görevli Cumhuriyet başsavcılığına aittir. Ayrıca 4483 sayılı Kanun kapsamında alınacak ifadenin, vicahen alınması zorunlu olmayıp, gerektiğinde makul bir süre verilmek suretiyle yazıyla istenebileceği hususu da göz önünde bulundurulduğunda, yasama dokunulmazlığının …’ın ifadesinin alınmasına dolayısıyla hakkında ön inceleme yapılmasına engel oluşturmayacağı sonucuna varılmaktadır. Diğer taraftan, İçişleri Bakanının 30.12.2010 tarih ve İNS:09.34.2234 sayılı kararında, şikayet konusunda daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme olduğu gerekçesiyle … Belediye Başkanı ve diğer Belediye görevlileri hakkında işleme konulmama kararı verilmişse de, Belediye Başkanı dışındaki … Belediye görevlileri hakkında aynı şikayet konusuyla ilgili olarak daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme bulunduğu, Belediye Başkanı hakkında ise yasama dokunulmazlığına sahip olduğu ve ifadesinin alınamayacağı belirtilerek ön inceleme yapılmadığı ve dosyanın ilgiliye ilişkin kısmı tefrik edilerek Adalet Bakanlığına gönderilmesi yolunda tevdi raporu düzenlendiği, dolayısıyla Belediye Başkanı hakkında aynı iddiayla ilgili olarak daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme bulunmadığı anlaşılmaktadır. Yukarıda açıklanan nedenlerle, şikayet konusu eylemle ilgili Belediye Başkanı dışında kalan diğer Belediye görevlileri yönünden daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme bulunduğu ve aynı eylem nedeniyle mükerrer soruşturma yapılamayacağı, bu nedenle şikayetin Belediye görevlilerine ilişkin kısmının, anılan 5. madde kapsamında ön inceleme yapılmasını gerektirmediği anlaşıldığından, İçişleri Bakanının 30.12.2010 tarih ve İNS:09.34.2234 sayılı kararının, Belediye Başkanı dışında kalan diğer Belediye görevlileri hakkında şikayetin işleme konulmamasına ilişkin kısmına yapılan itirazın reddine,

             SONUÇ : Şikayet konusu eylemle ilgili Belediye Başkanı yönünden daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme bulunmadığı, yasama dokunulmazlığının ise, yukarıda ayrıntılı olarak incelendiği üzere, 4483 sayılı Kanun kapsamında ifadesinin alınmasına ve hakkında ön inceleme yapılmasına engel oluşturmadığı, bu nedenle yetkili merci tarafından verilen ön inceleme emri uyarınca Belediye Başkanı hakkında bir ön inceleme raporu düzenlenmesi ve yetkili merci tarafından söz konusu ön inceleme raporu da göz önünde bulundurulmak suretiyle soruşturma izni verilmesine veya verilmemesine ilişkin bir kararın tesis edilmesi, verilecek kararın türüne göre on günlük itiraz süresini ve itiraza bakmakla görevli yeri de belirten gerekli bildirimlerin yapılması, tesis edilen karara karşı itirazda bulunulması durumunda yazılı bildirimlere ilişkin tarihli ve imzalı bildirim alındıları ile itiraz dilekçelerinin de eklenerek dosyanın Dairemize gönderilmesi gerektiğinden, şikayetçi itirazının kısmen kabulü ile içişleri Bakanının 30.12.2010 tarih ve İNS:09.34.2234 sayılı kararının Belediye Başkanı hakkında şikayetin işleme konulmamasına ilişkin kısmının kaldırılmasına, dosyanın içişleri Bakanlığına, kararın bir örneğinin şikayetçi vekiline gönderilmesine, 24.10.2011 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

             KARŞI OY : İçişleri Bakanının 30.12.2010 tarih ve İNS:09.34.2234 sayılı kararında, şikayetçinin çalıştığı işyerinde gerekli denetimlerin yapılmadığı iddiasıyla ilgili olarak daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme olduğu gerekçesiyle … Belediye Başkanı ve diğer Belediye görevlileri hakkında işleme konulmama kararı verildiği, dosya kapsamından Belediye Başkanı dışındaki … Belediye görevlileri hakkında aynı şikayet konusuyla ilgilli olarak daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme bulunduğu, Belediye Başkanı hakkında ise yasama dokunulmazlığına sahip olduğu ve ifadesinin alınamayacağı belirtilerek ön inceleme yapılmadığı ve dosyanın ilgiliye ilişkin kısmı tefrik edilerek Adalet Bakanlığına gönderilmesi yolunda tevdi raporu düzenlendiğinin anlaşıldığı, yetkili merci kararının itirazen incelenmesi sonucunda, şikayet konusuyla ilgili Belediye Başkanı yönünden daha önce sonuçlandırılmış bir ön inceleme bulunmadığı, yasama dokunulmazlığının ise, 4483 sayılı Kanun kapsamında ifadesinin alınmasına ve hakkında ön inceleme yapılmasına engel oluşturmadığı, bu nedenle Belediye Başkanı hakkında bir ön inceleme raporu düzenlenmesi ve yetkili merci tarafından söz konusu ön inceleme raporu da göz önünde bulundurulmak suretiyle soruşturma izni verilmesine veya verilmemesine ilişkin bir kararın tesis edilmesi gerektiği belirtilerek içişleri Bakanının 30.12.2010 tarih ve İNS:09.34.2234 sayılı kararının Belediye Başkanı hakkında şikayetin işleme konulmamasına ilişkin kısmının kaldırılmasına karar verilmiştir. Bu kararda ön inceleme sırasında başvurulması gereken ifade almanın, Anayasanın 83. maddesiyle getirilmiş bulunan sınırlamalarla ilgisinin olmadığı, yasama dokunulmazlığının ifade almaya ve karar vermeye engel teşkil etmeyeceği görüşü benimsenmiştir. Dairenin kararı kaldırma gerekçesi esas itibariyle 4483 sayılı Kanuna göre ifade almanın Ceza Muhakemesi Kanununun tanımladığı anlamda bir ifade alma işlemi olmadığı yönünde şekillenmiştir. Oysaki, gerek yürürlükten kaldırılan Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanun, gerekse 1412 sayılı CMUK yerine geçen kanunlar yasama dokunulmazlığının kaldırılması konusunda, eskiye göre daha kolaylaştırıcı bir sistem getirmemiştir. Bilindiği üzere 02.12.1999 tarihi itibariyle memur ve diğer kamu görevlilerinin görevleri sebebiyle işledikleri iddia edilen suçlarla ilgili işlemler ve verilen kararlar yeni bir düzenlemeye tabi tutulmuş bulunmaktadır. Getirilen sistemde ön inceleme işlemlerinin basit ve hızlı işlemesi amacı güdülmüş ve Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanundan farklı olarak 1982 yılında yürürlüğe giren Anayasanın 129. maddesinin 5. fıkrasında yer alan izin sistemine geçilmiştir. Ayrıca, anılan tarihten sonra, 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunun kapsamı, sadece görevden doğan suçlarla sınırlandırılmıştır. Memurin Muhakematı Hakkındaki Kanunun yerini alan bu Kanun, basit ve hızlı işleyen bir sistemi benimsemiş; ön inceleme, karar ve itiraz süreciyle ilgili belli süreler getirmiş, ifade alınmasını, ön incelemeye başlamadan önceki aşamada hukuki ve fiili engeller hariç zorunlu kılmıştır. İzin sistemini benimsemiş olan 4483 sayılı Kanun uyarınca yetkili merciin onayı ile başlatılan ön inceleme işlemleri, bu Kanunun 6. maddesinde yer alan düzenleme uyarınca atıfta bulunduğu 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu(CMUK) ile 1.6.2005 tarihi itibariyle bu Kanun yerini almış bulunan 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununda (CMK) yer alan bazı yetkilerde kullanılarak sonuçlandırılmaktadır. Örneğin yeminli yazman görevlendirilmesi, bilirkişi ataması, muhbir ve müşteki ile hakkında ön inceleme yapılanın ifadesinin alınması, tanıkların çağrılması gibi ceza muhakemesi işlemlerine başvurulmaktadır. Bir başka önemli nokta ise, 4483 sayılı Kanunun 6 nci maddesi gereğince ön inceleme aşamasında ifade alınmasının zorunlu olmasıdır. Ayrıca bu zorunluluk tek taraflı bir zorunluluktur. Hakkında inceleme başlatılan kamu görevlileri ifade verip vermemekte serbest olsalar da ön inceleme yapmakla görevlendirilenler, bunların ifadelerini alarak bilgi ve belgeleri toplamak mecburiyetindedirler. Kanun bu konuda takdir hakkı tanımamaktadır. Kanunun öngördüğü süreler ve bu süreleri kesen diğer mevzuat hükümleri çerçevesinde ifadenin alınması, ifade verilmiyorsa ya da ön inceleme ve karar verme süresi geçiyorsa, bu durumları belgeleyen objektif kanıtların dosyaya konulmasından sonra işlemlerin sonuçlandırılması gerekmektedir. 4483 sayılı Kanunda yer alan “ifade alma” kavramı Ceza Muhakemesi Kanununda yer alan ifadeden farklı olmayıp her iki kavram da bir ceza muhakemesi işlemidir. Diğer taraftan 4483 sayılı Kanunun yasalaştığı tarihte yürürlükte olan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun (C.M.U.K.) 132 – 135. maddelerinde yer alan “ifade” ve “sorgu” kavramları bu Kanun yerine geçen yeni Ceza Muhakemesi Kanununun (C.M.K.) 145 – 147 nci maddelerinde de aynen yer almıştır. Kavramların özünde bir değişiklik olmamakla birlikte yürürlükten kalkan C.M.U.K.’un anılan maddelerindeki “ifade” ve “sorgu” kavramları, bu Kanunun yerine geçen C.M.K’nın 2 nci maddesindeki tanımlar başlığı altında ayrıca açıklanmıştır. Dolayısıyla 4483 sayılı Kanunun 6 nci maddesi uyarınca ifade alınmasında, eski ve yeni ceza muhakemesi mevzuatı açısından herhangi bir farklılık bulunmamaktadır. Bu nedenle 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 2 nci maddesinde tanımlanan ve sorgu aşamasında kullanılması gereken bir yetki olan ifade almanın, 4483 sayılı Kanuna göre yapılan ön inceleme işlemleri sırasında alınan ifadeden ayrı bir müessese olduğu düşünülemez. Çünkü 4483 sayılı Kanun gereği başvurulan ifade alma işlemi de bir ceza muhakemesi işlemidir. C.M.K’nın 145. maddesindeki “ifadesi alınacak veya sorgusu yapılacak kişi….” ibaresi de böyle bir değerlendirmeye imkan vermektedir. 4483 sayılı Kanunun 6 nci maddesine göre ifade alınması, ön incelemeye başlanmasında bir ön şartsa ön incelemeye muhatap olan kamu görevlisinin böyle bir güvenceden ve haktan mahrum edilemeyeceği açıktır. Çünkü ifade, savunma açısından çok önemlidir. Nitekim bu Kanun tasarısının Meclise sunulduğu ilk şeklinde “gerektiğinde ifadesi alınarak” sözcüğü mevcutken, bu düzenleme, genel kuruldaki görüşmeler sırasında muhalefet milletvekillerinin de katkısıyla hazırlanan ve ortaklaşa verilen önerge ile “ifadesi de alınarak” biçiminde değiştirilmek suretiyle yasalaştırılmıştır. Kanunda yapılan bu değişiklik sırasında Meclis Genel Kurulunda yapılan görüşmelere ilişkin tutanaklarda, soruşturma kararı verilmeden önceki aşamalarda kullanılan bazı yetkilerin ceza muhakemesi yetkisi olacağı, bilgi ve belge toplanmasına ifade alınarak başlanacağı hususları yer almıştır. Bu görüşme tutanaklarından da anlaşılacağı üzere ifade alma, ön incelemeye başlanması sırasında objektif şartlarda uyulması gereken bir usul kuralıdır. Daha sonra ilgilinin savunmasının alınacak olması bu aşamanın işlemsiz geçilmesine cevaz vermemektedier. Daha önce de işaret edildiği üzere 4483 sayılı Kanunun 6 nci maddesine göre yapılan işlemler ceza muhakemesi işlemidir. İfade için çağrıldığı halde ilgili gelmemişse bu ayrı bir durumdur ve yasal hakkını kullanmayacak demektir. Doğaldır ki hakkında ön inceleme başlatılan ifadeye zorlanamaz. Uygulamada çoğunlukla ön inceleme işlemleri bütüncül bir yaklaşımla ele alınmadığı için bu işlemler sırasında birçok kavram birbirinin yerine kullanılmaktadır. Bu bağlamda ifade alma ve savunma isteme kavramları da karışmakta, zaman zaman birbirinin yerine kullanıldığı sıkça görülebilmektedir. Diğer yandan, milletvekilliğine seçilen kamu görevlisiyle ilgili olarak başlatılması gereken bir ön incelemeyi, Anayasanın 83. maddesiyle birlikte düşünmek gerekmektedir. Çünkü, kamu görevlisinin, önceki görev dönemiyle ilgili olarak başlatılan ön inceleme işlemlerinde, milletvekillerine, Anayasanın 83. maddesiyle getirilen yasama dokulmazlığı güvencesi ve Meclisin izninin alınması şartı gözardı edilemez. 4483 sayılı Kanun, ön incelemeyi görevden doğan suçlarla sınırladığı ve görev esnasında işlenen suçları kapsam dışında bıraktığı için iddiaların kanıtlanmasında tanık ifadesinin rolü neredeyse kalmamıştır. Kamu görevlilerinin işlediği suçların kanıtları işlem dosyalarında yer aldığı için bunların toplanması çoğunlukla hakkında işlem yapılan kişilerden bağımsız olabilmekte ve herhangi bir sorun teşkil etmemektedir. Bu belgeler toplanarak hazırlanacak dosyanın milletvekilinin ifadesi alınmadan önce TBMM’ye gönderilerek izin istenmesi ve izin verilmesi halinde ifade alınarak ön inceleme ve karar verme işlemlerinin sonuçlandırılması, izin veya yanıt verilmemesi halinde ise yasama döneminin bitmesinin beklenmesi gerekir. On inceleme işlemlerini düzenleyen 4483 sayılı Kanuna göre kamu görevlisi hakkında yetkili merci kararını verirken, kamu görevlilerinin hukukunu koruyacak tüm kurallara eksiksiz uyulup uyulmadığını da aramak zorundadır. Somut olayda milletvekili seçilen ve yeni bir statü kazanan … Belediyesi eski Başkanı …’ın milletvekilliği sıfatından kaynaklanan yasama dokunulmazlığının gözardı edilmesi mümkün değildir. Çünkü, yasama dokunulmazlığı, memur yargılama mevzuatınının öngördüğü izin sisteminden daha fazla hak sağlamaktadır. On inceleme yapılması ve karar verilmesi için getirilen yasal süreler Anayasanın 83. maddesi uyarınca askıya alınabilmekte, bekletici mesele sayılmaktadır. Gerekli olan Meclis kararı alınıncaya kadar ön inceleme sürecindeki süre ve dava zamanaşımı işlememektedir. Anayasal düzenlemeler uyarınca milletvekili istese bile Türkiye Büyük Millet Meclisinin izni olmadıkça ön inceleme tamamlanamaz. Anayasanın 83. maddesinin 2 nci fıkrasında “…sorguya çekilemez” ibaresinden yola çıkılarak burada yer almadığı için milletvekili seçilen Belediye Başkanı …’ın ifadesinin istenebileceği sonucuna varılması uygulamada önemli sorunlara neden olabilecektir. 4483 sayılı Kanunda geçen “ifade almanın” da bir ceza muhakemesi işlemi olduğu kabul edildiğinde, CMK’nın 2 nci maddesindeki tanımlamalara bakarak bu kavrama farklı anlamlar yüklemek de mümkün değildir. Dolayısıyla milletvekili seçilen Belediye Başkanı …’ın dosyasının Meclise gönderilerek yasama dokunulmazlığının kaldırılması yolunda işlem yapılması, mevcut memur yargılama usulüne göre 1924 yılından bu yana yürürlüğe giren tüm Anayasalarda yer alan ve güçlendirilerek korunan yasama dokunulmazlığının ön inceleme işlemlerinde de dikkate alınması gerekmektedir. Yasama dokulmazlığının gözardı edilmesi halinde ise, milletvekilliğine seçilen memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yerli yersiz ihbarlarla görevini yapamaz hale düşürülmeleri kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Bir başka ifade ile milletvekili seçilmiş kamu görevlileri, yapılacak ihbar ve şikayetlerle sürekli olarak ön inceleme görevlilerine ifade vermeye mecbur kalacaklardır. Açıklanan nedenlerle, milletvekili dokunulmazlığını gözeterek 4483 sayılı Kanunun özüne, Anayasanın 129/5 ve 83. maddelerinin ruhuna uygun olarak verildiğini düşündüğüm kararın kaldırılması yönündeki çoğunluk görüşüne katılmıyorum.

 

 

5393 Sayılı Belediye Kanunu’nunda Düzenleme Hakkında

Şub18
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

 

Danıştay İdari İşler Kurulu, Esas :2009/15,Karar: 2009/19,Tarih: 22/12/2009

ÖZET: 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 23’üncü maddesinde düzenlenen, mülki idare amirinin hukuka aykırı gördüğü belediye meclisi kararları aleyhine idari yargıya başvurabileceği yolundaki hükmün, iptal davası açmaya ilişkin olduğu hakkında.

Ağrı Belediye Meclisince alınan 01/11/2005 günlü ve 11 sayılı, 02/10/2006 günlü ve 10/10 sayılı, 07/01/2008 günlü ve 1/1 sayılı kararların, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 23’üncü maddesi uyarınca itirazen incelenerek iptali istemine ilişkin Ağrı Valiliğinin 06/11/2008 günlü ve 3446 sayılı başvurusu üzerine, Birinci Dairece verilen 05/03/2009 günlü ve E: 2008/1362, K: 2009/415 sayılı karar, 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 46’ncı maddesinin 1/e bendi uyarınca Danıştay Başkanı tarafından Kurula havale edilerek incelendi.

Gereği görüşülüp düşünüldü : 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 23’üncü maddesinde yer alan, mülki idare amirinin hukuka aykırı gördüğü belediye meclisi kararları aleyhine idari yargıya başvurabileceği yolundaki hükmün, usul hukuku açısından niteliğinin saptanması, maddede düzenlenen  başvurunun bir dava yolu mu yoksa itiraz yolu mu olduğunun açıklığa kavuşturulması için yapılan müzakere sonucunda:

Birinci Daire Başkanı … ile üyeler …, …. ile …’ün, “Türkiye Cumhuriyeti  Anayasası’nın 123 üncü maddesinde, idarenin, kuruluş ve görevleri ile bir bütün olduğu, kuruluş ve görevlerinin merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayandığı, 127 nci maddesinin beşinci fıkrasında, merkezi idarenin, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahip olduğu hükme bağlanmıştır.5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun 9 uncu maddesinde ise, valinin, ilde devletin ve hükümetin temsilcisi ve ayrı ayrı her bakanın mümessili ve bunların idari ve siyasi yürütme vasıtası olduğu hükmüne yer verildiğinden, bu görevi nedeniyle valinin ildeki bütün yerel yönetimler üzerinde merkezi idare adına idari vesayet yetkisini kullandığı bilinen bir husustur. 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 1 inci maddesinde Danıştayın danışma ve inceleme mercii olduğu hükme bağlandıktan sonra idari vesayet denetimi yapılmasını düzenleyen 42 nci maddesinin (ı) bendinde, Belediye Kanunu ile idari davaya konu olmayan işleri inceleyerek karara bağlamak, (h) bendinde, İdarei  Umumiyei  Vilayat Kanunu Muvakkatı gereğince doğrudan doğruya veya itiraz yoluyla verilen işleri inceleyerek karara bağlamak Birinci Dairenin görevleri arasında sayılmıştır. Merkezi idare ile mahalli idareler arasındaki bütünlüğü sağlamaya yönelik bir hukuki araç olan idari vesayet yetkisine dayanarak merkezi idarenin, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde yerel idarenin karar ve işlemleri üzerinde hem yerindelik, hem hukukilik denetimi yapılabilmesine imkan tanınmıştır. Anayasa ve kanunla belirtilen hallerde ve yine Anayasa ve kanunla gösterilen yöntemlere göre kullanılabilecek bir yetki olan vesayet yetkisi, takdire bağlı değildir. Bu yetkinin kullanılabilmesi için hangi karar ve işlemlerin idari vesayete tabi olduğunun ve nasıl kullanılacağının yasa ile açıkça belirlenmesi gerekmektedir. Buna göre, idari vesayet, merkezi idare ile mahalli idareler arasındaki bütünlüğü sağlamayı amaçlamaktadır. Merkezi idarenin, kamu hizmetlerinin ülke düzeyinde uyumlu bir şekilde yürütülmesi ve kamu kaynaklarının etkin ve verimli bir şekilde kullanılmasının sağlanması için mahalli idareleri belli ölçüde denetlemesi gerekmektedir. Merkezi idarenin yerinden yönetim kuruluşları üzerinde sahip olduğu vesayet yetkisi, sınırları kanunla çizilmiş olan bir denetim yetkisidir. Bu şekilde açıkça belirtilmemiş olan işlemler yönünden idari vesayet yetkisinin kullanılmasına hukuken olanak bulunmamaktadır. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 23 üncü maddesinde, belediye başkanının, hukuka aykırı gördüğü meclis kararlarını, gerekçesini de belirterek yeniden görüşülmek üzere beş gün içinde meclise iade edebileceği, yeniden görüşülmesi istenilmeyen kararlar ile yeniden görüşülmesi istenip de belediye meclisi üye tam sayısının salt çoğunluğuyla ısrar edilen kararların kesinleşeceği, belediye başkanının, meclisin ısrarı ile kesinleşen kararlar aleyhine on gün içinde idarî yargıya başvurabileceği, kararların kesinleştiği tarihten itibaren en geç yedi gün içinde mahallin en büyük mülkî idare amirine gönderileceği, mülkî idare amirine gönderilmeyen kararların yürürlüğe girmeyeceği, mülkî idare amirinin hukuka aykırı gördüğü kararlar aleyhine idarî yargıya başvurabileceği, kesinleşen meclis kararlarının özetlerinin yedi gün içinde uygun araçlarla halka duyurulacağı hükmü yer almaktadır. 5393 sayılı Kanunla getirilmiş olan belediye meclisi kararlarının, en geç yedi gün içinde mahallin en büyük mülkî idare amirine gönderilmesi şeklindeki düzenleme vesayet denetimini sağlamaktadır. Böylelikle, mülki idare amirine, kararların hukuka aykırı oldukları kanaatine ulaşılması halinde idari yargıya başvurma, uygun bulunması halinde hareketsiz kalarak kabul etme şeklinde gerçekleşen bir çeşit vesayet yetkisi tanınmıştır. Nitekim, Danıştay Birinci Dairesi belediye meclisi kararlarını mülga 1580 sayılı Belediye Kanunu döneminde Kanunun 73 üncü ve 74 üncü maddeleri uyarınca idari itiraz yolu olarak inceleyerek karara bağlamaktaydı. Benzer durumlarda, mülki idare amirlerine verilen yetkilerin vesayet denetimine ilişkin yetkiler olduğu kabul edilmiştir. Nitekim, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun 27 nci maddesinin altıncı fıkrasında, valinin kanun, tüzük, yönetmelik ve il genel meclisi kararlarına aykırı gördüğü encümen kararının bir sonraki toplantıda tekrar görüşülmesini isteyebileceği, encümenin kararında ısrar etmesi halinde kararın kesinleşeceği, bu takdirde valinin, kesinleşen encümen kararının uygulanmasını durdurarak idari yargı mercilerine yürütmeyi durdurma talebi ile birlikte on gün içinde başvuracağı, itirazın Danıştayca en geç altmış gün içinde karara bağlanacağı hükmünün yer aldığı, nitekim Danıştay Birinci Dairesinin 8.12.2006 tarih ve E:2006/1186, K:2006/1228 sayılı kararıyla Afyonkarahisar İl Encümeninin imar hukukuna ilişkin kararının itirazen incelendiği ve İdari İşler Kurulunun 8.4.2007 tarih ve E:2007/3, K:2008/2 sayılı kararıyla onandığı, Danıştay Birinci Dairesinin 8.12.2006 tarih ve E:2006/863, K:2006/1229 sayılı kararıyla Muğla İl Encümeninin imar hukukuna ilişkin kararının itirazen incelendiği ve İdari İşler Kurulunun 8.4.2007 tarih ve E:2007/4, K:2008/3 sayılı kararıyla onandığı, Danıştay Birinci Dairesinin 22.5.2007 tarih ve E:2007/475, K:2007/602 sayılı kararıyla Diyarbakır İl Encümeninin maden hukukuna ilişkin kararının itirazen incelendiği ve İdari İşler Kurulunun 8.4.2007 tarih ve E:2007/10, K:2008/4 sayılı kararıyla onandığı görülmektedir. Yine, Anayasa Mahkemesinin 8.1.2007 tarih ve E:2005/32, K:2007/3 sayılı iptal kararından önce 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun 15 inci maddesinin üçüncü fıkrasında, valinin, meclisin ısrarı ile kesinleşen kararlar aleyhine idari yargıya başvurabileceği hükmünün yer aldığı, Danıştay Birinci Dairesinin 1.2.2008 tarih ve E:2007/1025, K:2008/146 sayılı kararıyla Manisa İl Genel Meclisinin şirket kurulmasına ilişkin kararının itirazen incelendiği ve İdari İşler Kurulunun 8.4.2007 tarih ve E:2008/3, K:2008/1 sayılı kararıyla onandığı anlaşılmaktadır. Mahalli idarelere ilişkin 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun 27 nci maddesinin altıncı fıkrası ve 15 inci maddesinin üçüncü fıkrası, 5355 sayılı Mahalli İdare Birlikleri Kanunu’nun 22 inci maddesinin ikinci fıkrası, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun 14 üncü maddesinin beşinci fıkrası ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 23 üncü maddesinin beşinci fıkrasında yer alan ve mülki idare amirlerine mahalli idare organlarının kararları aleyhine idari yargı mercilerine başvurma yetkisi verilen hükümlerin idari vesayet denetimi kapsamında Danıştay idari dairesine başvurma dışında yetkili ve görevli idari mahkemelere iptal istemiyle başvurma yolu olarak düşünülmesi mümkün değildir. Zira, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2 nci maddesinin 1/a bendinde, iptal davası, idari işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlâl edilenler tarafından açılan davalar olarak tanımlanmıştır. İptal davası, idari yargı rejimini benimsemiş olan hukuk sistemlerinde idari işlemlerin yargısal denetimini sağlayan genel dava yoludur. İptal davasının genel dava açma yolu olması nedeniyle bir idari işleme karşı dava açılabilmesi için yasada iptal davası açılabileceğine ilişkin bir hüküm olmasına gerek bulunmamaktadır. İptal davasına göre özel bir başvuru yolu olması nedeniyle idari itiraz yolunun işletilebilmesi için, mutlaka yasal bir düzenlemenin varlığına ihtiyaç bulunmaktadır. Bu bağlamda, vesayet makamının idari vesayet yetkisini iptal davası açmak suretiyle kullanması, başka bir ifadeyle vesayet denetiminde yargısal yöntem, öğretide  tartışma konusu olan, bir vesayet denetimi sayılıp sayılmayacağı konusunda görüş birliği olmayan ve Türk idare hukukuna yabancı bir hukuk uygulamasıdır. Bu yöntemde yerel yönetimin işlem ya da kararlarının yargı organının önüne getirilmesine ilişkin işlemler yönetsel olarak değerlendirilmekte ve bu başvuru vesayet yönetimi tarafından yapılmaktadır. Başvuru sonucu başlayan bu süreç tamamen yargısal olduğu gibi varılan denetim sonucu da yargısaldır. Bu durumda, Anayasanın 125 inci maddesinin dördüncü fıkrası hükmü gereğince, yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı olarak işletilebileceğinden, yargısal denetimin yerindelik denetimini içermesi söz konusu olamayacaktır. Oysa Anayasanın 127 nci maddesinde belirtilen amacı gerçekleştirmek üzere, bu maddede sayılan unsurların denetiminin, yerindelik denetimi yapılmadan sağlanması asla mümkün olamayacağından, yargısal denetime başvurma olanağının sağlanması, vesayet denetimi olarak kabul edilmemektedir. İdari vesayetin, vesayet makamlarına salt dava açma yetkisi olarak düzenlenmesi, idari vesayeti ortadan kaldıracak kadar zayıflatılması sonucunu doğurduğu Anayasa Mahkemesi kararıyla ortaya konulmuştur. Anayasa Mahkemesinin 8.1.2007 günlü, E: 2005/32, K: 2007/3 sayılı kararında, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanununun 15’inci maddesinin ikinci fıkrasının “… ile yeniden görüşülmesi istenip de il genel meclisi üye tam sayısının salt çoğunluğuyla ısrar edilen kararlar…” bölümünün, bu kuralla merkezi idarece Anayasanın 127 nci maddesinde çizilen çerçeve içinde kullanılması gereken vesayet yetkisinin zayıflatıldığı sonucuna varıldığı gerekçesiyle iptaline, açıklanan nedenlerle 15 inci maddenin üçüncü fıkrasının “… Vali, meclisin ısrarı ile kesinleşen kararlar aleyhine idari yargıya başvurabilir.” ibaresinin de iptaline karar verilmiş, iptal edilen fıkra, bent ve bölümün doğuracağı hukuksal boşluk, kamu düzenini ve kamu yararını ihlâl edici nitelikte görülerek, iptal hükümlerinin kararın Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra, yani 29.12.2008 tarihinde yürürlüğe girmesine karar verilmiş bulunmaktadır. Benzer bir tartışma 5302 sayılı Kanunla yürürlükten kaldırılan 13 Mart 1329 tarihli İl Özel İdaresi Kanununun aynı konuyu düzenleyen 141 inci maddesinin uygulaması nedeniyle de yaşanmıştı. Anılan maddede, valinin gerektiğinde kesinleşen encümen kararlarının uygulanmasını durdurarak iptali için idari yargı mercilerine başvurabileceği, ilgili idari yargı merciince verilen karara göre uygulama yapılacağı hükmü yer almaktaydı. Ankara Valiliği tarafından Ankara İl Daimi Encümeni kararının iptali istemiyle yapılan başvuru üzerine Danıştay Onuncu, Sekizinci ve Birinci Daireleri arasında çıkan görev uyuşmazlığının çözümlenmesine ilişkin Danıştay Başkanlar Kurulunun 26.5.1993 tarih ve E:1993/17, K:1993/1 sayılı kararıyla ” … 141. madde uyarınca Vali tarafından bir dava açılması söz konusu olmadığına göre maddede yer alan idari yargı mercii ile 135. maddede belirtilen Danıştay’ın amaçlandığı ve vali tarafından yapılan itiraz konusunda Danıştay’ın amaçlandığı ve vali tarafından yapılan itiraz konusunda Danıştay Yasasının 42. maddesinin (h) bendi uyarınca Birinci Dairece karar verilmesi gerektiğine kuşku yoktur.” gerekçesiyle Birinci Dairenin görevli olduğuna karar verilerek bu nitelikteki hükümlerin idari itiraz yolu olarak algılanmasına gerek duyulduğu hükme bağlanmıştır. Bu durumda, 5393 sayılı Belediye Kanununun 23 üncü maddesi uyarınca yapılan başvurunun idari itiraz yolu olduğu ve bu başvurunun esasının Danıştay Birinci Dairesince karara bağlanabileceği açıktır.” yolundaki ayrışık oylarına karşılık, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın İdarenin Bütünlüğü ve Kamu Tüzelkişiliği başlıklı 123’üncü maddesinde: İdarenin, kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ve kanunla düzenleneceği; idarenin kuruluş ve görevlerinin, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayandığı, kamu tüzelkişiliğinin, ancak kanunla veya kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanılarak kurulacağı belirtilmiş; mahalli idarelerin düzenlendiği 127’nci maddenin birinci ve ikinci fıkralarında da: Mahalli idarelerin; il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileri olduğu ve mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkilerinin, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenleneceği hükmüne yer verilmiş; aynı maddenin beşinci fıkrasında ise: Merkezi idarenin, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahip olduğu kurala bağlanmıştır. Anayasanın yukarıda anılan 123’üncü maddesi, idareyi, herhangi bir ayrım yapılmaksızın, en geniş anlamıyla, kuruluş ve görevleriyle bir bütün olarak görmekte ve idareyi, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayandırmaktadır. Yine, Anayasanın 127’nci maddesinin altıncı bendinde de: İdarenin bütünlüğü ilkesinin sağlanmasına yönelik olarak, merkezi idarenin, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari vesayet yetkisine sahip olduğu belirtilmektedir. Yukarıda anılan, anayasal düzenlemeye uygun, mülga 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun meclis kararlarının tasvibi ve tasdiki başlıklı 71’inci maddesinde, bu maddede gösterilen işlere ilişkin belediye meclisi kararlarının, mahallin en büyük mülki amirinin onayı ile yürürlük kazanacağı, mülki amirin onay için kendisine intikal ettirilen kararları bir hafta içinde onaylaması gerektiği, onaylamaz ise, ilgili belediye meclisinin başvurusu üzerine Danıştay tarafından bir ay içinde incelenerek kesin karara bağlanacağı belirtilmiş; bu Kanunun 73’üncü maddesinde de, belediye meclisince verilen kararlardan mülki amirin onayına tabi olmayan diğer bir ifade ile kesin olan kararlara, il idare kurulları ve Danıştay nezdinde yapılacak itirazın yol ve usulleri düzenlenmiş; yine, aynı Kanunun 74’üncü maddesinde de, olağan veya olağanüstü toplantılar dışında veya görev ve kanuni yetkiye aykırı olarak yahut Kanun ve tüzüklere aykırı olarak alınacak belediye meclisi kararlarından, il merkezi dışındaki belediye meclislerince alınacak olanların valinin isteği üzerine il idare kurulunca, il merkezi olan yerler belediye meclislerince alınacak kararların da İçişleri Bakanlığının isteği ile Danıştay’ca incelenerek tasdik veya iptal olunacağı belirtilmiştir. Mülga 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun yukarıda yer verilen 71’inci, 73’üncü ve 74’üncü maddelerinde, meclis kararlarına karşı yapılacak itirazın yol ve usullerinin gösterilmesi, idari vesayete ilişkin kavramlar olan “tasdik” ve “iptal” gibi sözcüklere yer verilmesi, en önemlisi, söz konusu incelemenin, yargısal görevinin yanında danışma ve inceleme fonksiyonu da bulunan Şuray-ı Devlet, (Danıştay) tarafından yerine getirileceğinin maddede açıkça gösterilmesi nedeniyle, burada öngörülen başvuru yolunun, bir idari itiraz yolu olduğu kabul görmüş ve inceleme Danıştay tarafından bu Kanun hükümleri uyarınca yerine getirilmiştir. Uygulama bu şekilde devam etmekte iken, birbirine paralel ve emsal düzenlemeler içeren 1580 sayılı Belediye Kanunu, 3030 sayılı Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun ile 13 Mart 1329 tarihli İl Özel İdaresi Kanunu değiştirilmiş idari vesayet yetkisinin kullanımı bakımından önemli değişikliğe gidilmiştir. Sözü edilen mülga yasalarda, idari vesayet yetkisinin, yerindelik ve hukuka uygunluk ölçütleri çerçevesinde kullanılması yolunda düzenlemeler yer almakta iken, yeni çıkarılan yasalarda, vesayet yetkisinin kapsamı ve uygulanma şekli yasa koyucu tarafından hukuka uygunlukla sınırlı olmak üzere idari yargı mercileri nezdinde iptal davası açmak yolu ile sağlanması şeklinde değiştirilmiş bulunmaktadır. Böylece 13/07/2005 günlü Resmî Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda, konu yeniden düzenlenmiş ve Meclis Kararlarının Kesinleşmesi başlıklı 23’üncü maddesinde: Belediye başkanının hukuka aykırı gördüğü meclis kararlarını, gerekçesini de belirterek yeniden görüşülmek üzere beş gün içinde meclise iade edebileceği; yeniden görüşülmesi istenilmeyen kararlar ile yeniden görüşülmesi istenip de belediye meclisi üye tam sayısının salt çoğunluğuyla ısrar edilen kararların kesinleşeceği; belediye başkanının, meclisin ısrarı ile kesinleşen kararlar aleyhine on gün içinde idari yargıya başvurabileceği; kararların kesinleştiği tarihten itibaren en geç yedi gün içinde mahallin en büyük mülki idare amirine gönderileceği, mülki idare amirine gönderilmeyen kararların yürürlüğe girmeyeceği; mülki idare amirinin hukuka aykırı gördüğü kararlar aleyhine idari yargıya başvurabileceği ve kesinleşen meclis kararlarının özetlerinin yedi gün içinde uygun araçlarla halka duyurulacağı kurala bağlanmıştır. Anılan maddenin gerekçesinde ise: “Madde ile, daha önce yürürlükte bulunan 1580 sayılı Belediye Kanununda belediye meclisi kararlarının kesinleşmesi için öngörülen onay sistemine son verilerek yeni yöntem benimsenmiştir. Belediye başkanı, hukuka aykırı gördüğü meclis kararlarının bir daha görüşülmesini isteyebilecek, buna gerek görmemesi durumunda karar kendiliğinden kesinleşecektir. Belediye başkanınca tekrar görüşülmesi istenen herhangi bir karar, belediye meclisinde üye tam sayısının salt çoğunluğuyla kabul edildiği takdirde kesinleşmektedir. Belediye başkanı, bu şekilde kesinleşen kararların iptali ve yürütülmesinin durdurulması için on gün içinde idari yargı mercilerine başvurabilmektedir. Kararlar kesinleştiği tarihten itibaren en geç yedi gün içinde mahallin en büyük mülki idare amirine gönderilecek; mülki idare amirine gönderilmeyen kararlar yürürlüğe girmeyecektir. Bu uygulama meclis kararlarının aleniyetini sağlamada önemli bir işlev görecektir. Yine belediye başkanından ayrı olarak ilde vali ve ilçede kaymakama hukuka aykırı gördüğü meclis kararı aleyhine yargı merciine başvurma yetkisi verilmektedir. Yeni getirilen sistem ile belediyeler üzerinde uygulanan önemli vesayet uygulamalarından birisi olan meclis kararlarının mülki idare amirlerince onayından vazgeçilmekte sadece bu kararların anılan makamlara gönderilmesi öngörülmektedir. Madde ile getirilen bir başka yenilik de meclis kararlarının özetlerinin toplantıyı izleyen en geç yedi gün içinde halka duyurulmasıdır. Kararların halka duyurulması yoluyla ülkemizde eksikliği hissedilen kamuoyu denetiminin etkinleştirilmesi ve halkın yönetime katılmasının özendirilmesi amaçlanmaktadır.” hususlarına yer verilmiş bulunmaktadır. Madde metni ve gerekçesinin birlikte değerlendirilmesinden, bu düzenleme ile Kanun Koyucunun, 1580 sayılı Belediye Kanunu’nda mülki idare amiri olarak vali ve kaymakamlara, bazı meclis kararlarını onaylama veya onaylamayıp tekrar görüşülmek üzere meclise geri çevirme konusunda tanınan yetkiyi sona erdirerek, yerine, hukuka aykırı gördüğü belediye meclisi kararlarına karşı dava açarak idari yargıyı harekete geçirme şeklinde bir yetkiyi kullanma hakkını verdiği görülmektedir. Öte yandan, idari yargı düzeni bakımından, 2575 sayılı Danıştay Kanunu hükümleri uyarınca, yalnızca, Danıştay’a idari itiraz imkanının bulunduğu hususu dikkate alındığında, maddede, Danıştay’a itiraz edilebileceği şeklinde bir düzenleme yerine, idari yargıya başvurulabileceği yolundaki hükmün, valilere, merkezi idarenin taşra ajanı sıfatıyla il yerel yönetim idaresinin aldığı karara karşı Danıştay nezdinde bir itirazda bulunma yetkisini vermeyip; idari yargıda, iptal davası açma imkânını tanımaya ilişkin bir düzenleme olduğunu göstermektedir. Ayrıca, Danıştay Kanunu’nun 42’nci maddesinin (ı) bendi uyarınca, Birinci Dairece belediye meclisi kararları üzerinde, hem hukukilik, hem de yerindelik denetimini içeren bir vesayet yetkisi kullanılıp karar verilebilmesi için, mülga 1580 sayılı Belediye Kanunu, İdare-i Umumiye Vilayet Kanunu ve Danıştay’a görev veren pek çok kanunda olduğu gibi görevli yargı yerinin Danıştay olarak açıkça belirtilmesi gerekir. Oysa, 5393 sayılı Kanunun 23’üncü maddesinde mülki idare amirince hukuka aykırı görülen kararlar aleyhine başvuru yeri olarak Danıştay gösterilmeyip, yargı mercileri işaret edilmek suretiyle idari yargı kavramı kullanılmış bulunmaktadır. Halbuki Kanun Koyucunun, Danıştay’ı görevli gördüğü ve incelemenin Danıştay’ca yapılmasını istediği durumlarda, Danıştay ibaresine açıkça yer vermekte, 5393 sayılı Kanunun 23’üncü maddesinde olduğu gibi idari yargı kavramını kullanmadığı bilinmektedir. Nitekim,5393 sayılı Belediye Kanunu’nun, Belediyelerin kuruluşuna ilişkin 4’üncü, tüzel kişiliğin sona erdirilmesine ilişkin 11’inci, belediyenin yetkileri ve imtiyazlarına ilişkin 15’inci, meclisin bilgi edinme ve denetim yollarına ilişkin 26’ncı, meclis üyeliğinin sona ermesine ilişkin 29’uncu,belediye meclisinin feshine ilişkin 30’uncu, belediye başkanlığının sona ermesine ilişkin 44’üncü maddelerinde inceleme ve karar verme yeri olarak Danıştay’ı görevli görerek bu konudaki iradesini açıkça göstermiştir. Konuyla ilgili benzer bir düzenleme olarak görülen 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu’nun 15’inci maddesinde, “İl genel meclisi tarafından alınan kararların tam metni, en geç beş gün içinde valiye gönderilir. Vali, hukuka aykırı gördüğü kararları, yedi gün içinde gerekçesini de belirterek yeniden görüşülmek üzere il genel meclisine iade edebilir. Valiye gönderilmeyen meclis kararları yürürlüğe girmez. Yeniden görüşülmesi istenilmeyen kararlar ile yeniden görüşülmesi istenip de il genel meclisi üye tam sayısının salt çoğunluğuyla ısrar edilen kararlar kesinleşir. Vali, meclisin ısrarı ile kesinleşen kararlar aleyhine on gün içinde idari yargıya başvurabilir. Kesinleşen il genel meclisi karar özetleri toplantıyı izleyen en geç yedi gün içinde çeşitli yollarla halka duyurulur.” kuralı yer almakta iken, diğer maddeler ile birlikte anılan maddenin iptali istemiyle Anayasa Mahkemesine dava açılmış, Mahkeme, 18/01/2007 günlü ve E:2005/32, K:2007/3 sayılı kararıyla, 15’inci maddeye yönelik olarak, Maddenin ikinci fıkrasında yer alan, “… yeniden görüşülmesi istenip de il genel meclisi üye tam sayısının salt çoğunluğuyla ısrar edilen kararlar kesinleşir.” biçimindeki kuralla, merkezi idarece Anayasanın 127’nci maddesinde çizilen çerçeve içinde kullanılması gereken vesayet yetkisinin zayıflatıldığı sonucuna ulaşarak, maddenin ikinci fıkrasının “… ile yeniden görüşülmesi istenip de il genel meclisi üye tam sayısının salt çoğunluğuyla ısrar edilen kararlar …” ibaresi ile üçüncü fıkrasının “Vali, meclisin ısrarı ile kesinleşen kararlar aleyhine idari yargıya başvurabilir.” ibaresinin iptali ve iptal hükümlerinin Kararın Resmî Gazetede yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra, 29/12/2008 tarihinde yürürlüğe girmesine karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi, bu kararı ile, maddenin 2’nci fıkrasında yer alan düzenlemenin vesayet yetkisini zayıflattığı sonucuna ulaşmış; maddenin üçüncü fıkrasında yer alan hükmünde, buna bağlı olarak dava yolunu öngördüğüne işaret etmiştir. Bu bağlamda, İl Özel İdaresi Kanunu’nun anılan hükmünün Anayasa Mahkemesince iptal edilmiş olması, bu maddenin uygulanmasından kaynaklanan işlerin idari itiraz yolu ile Danıştay’da incelemesini sağlayıcı bir etki yaratmadığı gibi, bu tip uyuşmazlıkların idari yargı yerlerinde görülmesini engelleyici bir sonuç da doğurmamıştır. Yine inceleme konusu 5393 sayılı Kanunun 23’üncü maddesinde, belediye meclisi kararlarına karşı idari yargıya başvuru yolu olarak: Maddenin üçüncü fıkrasında, meclisin ısrarı ile kesinleşen kararlar aleyhine, belediye başkanına; maddenin beşinci fıkrasında da, maddede öngörülen süreç tamamlanarak kesinleşen meclis kararlarına karşı ise, bu kez, mülki idare amirine yetki verildiği görülmektedir. Buna göre, aynı maddede düzenlenmiş olması, aynı kavramlara yer verilmiş olması nedeniyle her iki başvurunun usulü, hukuki niteliği ve karar organı bakımından birliktelik bulunması gerektiği kuşkusuzdur. Bu çerçevede, yerel yönetim idaresinin başı olan belediye başkanının, diğer bir yerel yönetim organı olan belediye meclisinin kararına karşı yapacağı başvurunun, mahalli idare organlarının karar ve işlemleri üzerinde merkezi idare adına yapılan bir denetim yolu olarak  tanımlanan idari vesayet kavramı ile açıklanmasına olanak bulunmadığı gibi, bu başvurunun vesayet denetimi kapsamında Danıştay İdari Dairesince incelenmesi de teorik olarak mümkün değildir. Dolayısıyla Kanun Koyucunun, aynı maddede, aynı meclis kararına karşı, bir fıkrada idari itiraz yolunu, diğer bir fıkra da ise dava yolunu düzenlemiş olamayacağına göre, maddede hem belediye başkanına, hem de mülki idare amirine belediye meclisi kararlarına karşı tanınan başvuru yolunun yargı mercilerine iptal davası açmak olduğu anlaşılmaktadır. Açıklanan nedenlerle, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 23’üncü maddesinde düzenlenen mülki idare amirinin hukuka aykırı gördüğü kararlar aleyhine idari yargıya başvurabilecekleri yolundaki hükmün, iptal davası açmaya ilişkin olduğu, bu konuda inceleme ve karar verme yetkisinin ise genel görevli idari yargı yerleri olan idare mahkemelerine ait bulunduğu sonucuna varıldığından, Birinci Daire kararının bozulmasına, dosyanın yeniden karar verilmek üzere anılan Daireye gönderilmesine 22/12/2009 gününde oyçokluğu ile karar verildi.

Danıştay Birinci Daire, Esas :2009/963,Karar :2009/1433,Tarih:21.10.2009

ÖZET:İşçi statüsünde bulunmasına karşın inşaat mühendisi olarak Fen İşleri Müdürlüğünde kamu görevi ifa edenin 4483 sayılı Kanun kapsamında değerlendirilmesi gerektiği hakkında.

KARAR

Ön İnceleme Yapılanlar :

1- …- Burdur İli, … Belediye Başkanı

2- …- ” ” ” ”

3- …- ” ” ” Encümen Üyesi

4- …- ” ” ” ”

5- …- ” ” Fen İşleri Müdürü

6- …- ” ” Fen İşleri Müdür Vekili

7- …- ” ” ” ”

8- …-” ” ” ” ”

9- …- ” ” ” ”

10- …- ” ” Fen İşleri Memuru

11- …- ” ” ” İnşaat Mühendisi

İtiraz Edilen Karar : Hakkında ön inceleme yapılanların tümü için soruşturma izni verilmemesine ilişkin İçişleri Bakanının 4.3.2009 tarih ve 2009/6963 sayılı kararı

Karara İtiraz Eden : Şikayetçi …

Soruşturulacak Eylem : Konak Mahallesi … ada, … parsel sayılı taşınmaz üzerinde inşa edilen yapının yasal süresi içinde tamamlanmaması nedeniyle ruhsatsız duruma düşmesine karşın imar mevzuatında yer alan yaptırımları uygulamamak ve sonrasında ruhsatsız inşa edilen 2 nci kat da dahil olmak üzere söz konusu yapıyı usule aykırı olarak ruhsatlandırmak suretiyle görevi kötüye kullanmak

Eylem Tarihi : 2005 yılı ve öncesi İçişleri Bakanlığının 1.7.2009 tarih ve 9913 sayılı yazısı ekinde gönderilen dosya, İçişleri Bakanının 4.3.2009 tarih ve 2009/6963 sayılı soruşturma izni verilmemesine ilişkin kararı ve bu karara yapılan itiraz, Tetkik Hakimi Arzu Bozkurt Şen’in açıklamaları dinlenildikten sonra, 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun uyarınca incelendi;

Gereği Görüşülüp Düşünüldü:  Hakkında ön inceleme yapılarak soruşturma izni verilmeyenler arasında bulunan …’in geçici işçi statüsünde bulunmasına karşın inşaat mühendisi olarak Fen İşleri Müdürlüğünde görevli olduğu, dolayısıyla kamu görevi ifa eden adı geçenin de 4483 sayılı Kanun kapsamında değerlendirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Dosyanın incelenmesinden; 1986 yılında düzenlenen yapı ruhsatının süresinin dolması nedeniyle ruhsatsız konumda olan inşaat için, 1992 yılında yapılan imar planı tadilatıyla kat sayısının arttırıldığı da dikkate alınarak, 3.8.2005 tarih ve 26/3 sayılı yapı ruhsatı düzenlendiği, bu işleme ilişkin harçların ve para cezasının tahsil edildiği, ruhsat eki dosyada tüm projelerin fenni mesuliyetinin uygunluğunun tasdik edilmiş olduğu, bu itibarla ilgililere isnat edilen eylemin haklarında soruşturma yapılmasını gerektirecek nitelikte bulunmadığı anlaşıldığından, soruşturma izni verilmemesine ilişkin yetkili merci kararına yapılan itirazın reddine, dosyanın İçişleri Bakanlığına, kararın bir örneğinin itiraz edene gönderilmesine 21.10.2009 tarihinde … yönünden oyçokluğuyla diğer Belediye görevlileri yönünden oybirliğiyle karar verildi.

KARŞI OY

İçişleri Bakanlığının 1.7.2009 tarih ve 9913 sayılı yazısı ekinde gönderilen 4.3.2009 tarih ve 2009/6963 sayılı karara işçi statüsünde görev yapan …’ in de dahil edildiği  anlaşılmıştır. 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunun 2. maddesi kapsamında bulunmayan işçiler hakkında anılan yasaya göre “karar verilmesi” mümkün değildir. Kanunun 10. maddesi uyarınca, suça iştirakten dolayı aynı mahkemede yargılanacak olunması da bu gerçeği değiştirmemektedir. Kamu görevlisi kavramı, 1999 yılında yürürlüğe giren 4483 sayılı yasada yer almış; bu tanım 5337 sayılı Türk Ceza Yasasının 6. maddesinin (c) fıkrasıyla daha da açıklık kazanmıştır. Devletin ve diğer kamu tüzel kişilerinin “genel idare esaslarına göre yürüttükleri kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevleri ifa eden memur ve diğer kamu görevlilerinin görevleri sebebi ile işledikleri suçlar 4483 sayılı Yasaya tabidir. Türk Ceza Kanununun 6. maddesinin (c) fıkrasında kamu görevlisi “kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir suretle sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişi” olarak tanımlanmıştır. Bu iki düzenlemede de “memur” kavramlarından daha geniş bir kavram olan “kamu görevine” vurgu yapılmış bulunmaktadır. Anayasanın 128. maddesi de bu doğrultuda düzenlemeler içermekte olup esas itibariyle 4483 sayılı Yasa, memurlara, eski mevzuata göre daha sınırlı bir biçimde uygulanmaktadır. Bu çerçevede kamu görevlilerinin görevleri esnasında işlenen ve görevden doğmayan suçları kapsam dışı bırakılmış bulunmaktadır. Memurların sadece görevinden doğan suçları ön inceleme kapsamında ele alınırken, işçilerin genel hükümler yerine 4483 sayılı Yasaya göre işleme tabi tutulması mevcut hükümlere uygun düşmemektedir. Uygulamadaki hukuki düzenlemeler ve yargısal kararlar işçileri kamu görevlisi kapsamında değerlendirmemektedir. Nitekim Anayasa Mahkemesinin 9.2.1993 gün ve 44/7 sayılı kararı da, işçilerin, Anayasanın 128. maddesindeki memur ve diğer kamu görevlisi sayılmayacağını hüküm altına almıştır. Benzer bir değerlendirmeye Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 8.2.1995 gün ve 1994/10-79, K: 1995/45 sayılı kararında da yer verilmiş ve anılan kararda, işçilerin diğer kamu görevlilerinden sayılamayacağına işaret edilmiştir. Yürürlükte bulunan yasal düzenlemeler ve özü itibariyle güncelliğini koruyan yargı kararları karşısında işçiler hakkında genel hükümlere göre doğrudan Cumhuriyet savcılığınca soruşturma yapılması gerektiği, bu

nedenle İçişleri Bakanının 4.3.2009 tarih ve 2009/6963 sayılı kararının işçiye yönelik kısmının kaldırılması ve genel hükümlere göre Cumhuriyet savcılığınca doğrudan soruşturma yapılması için ilgili savcılığa gönderilmesi gerektiği görüşü ile çoğunluk kararının işçiye yönelik kısmına katılmıyorum.

Danıştay Birinci Daire, Esas :2009/1123,Karar :2009/1440,Tarih:21.10.2009

ÖZET: Doğrudan temin usulünün bir ihale usulü olmaması nedeniyle, işin yapılması için teklif verenlerin 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 11 inci maddesinde düzenlenen yasaklılar kapsamına girip girmediğine ilişkin bir inceleme yapılmasına hukuken olanak bulunmadığı hakkında.

KARAR

Hakkında Ön İnceleme Yapılanlar:

1- … – … Büyükşehir Belediye Başkanı

2- … – ” ” Satınalma Dairesi Başkanı, Satınalma Görevlisi

3- … – … Büyükşehir Belediyesi Fen İşleri Dairesi Başkanı, Satınalma Görevlisi

4- … – … Büyükşehir Belediyesi Destek Hizmetleri Dairesi Başkanı, Harcama

Görevlisi

5- … – … Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal Hizmetler Dairesi Başkanı

6- … – … Büyükşehir Belediyesi Çevre Koruma Dairesi Başkan Vekili, Satınalma

Görevlisi

7- …- … Büyükşehir Belediyesi Mali Hizmetler Dairesi Başkan Vekili, Satınalma Görevlisi

8- … – … Büyükşehir Belediyesi Satınalma Memuru

9- … – ” Gerçekleştirme Görevlisi

10- … – ” Muhasebe Yetkilisi

11- … – ” Gerçekleştirme Görevlisi

12- … – ” Harcama Yetkilisi

İtiraz Edilen Karar: Hakkında ön inceleme yapılanların tümü için soruşturma izni verilmesine ilişkin İçişleri Bakanının 17.6.2009 tarih ve 2009/147 sayılı kararı

Karara İtiraz Edenler : Hakkında soruşturma izni verilen …, …, …, …, …, …, …, …, …, …, … ve …

Soruşturulacak Eylem : 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 11 inci maddesine aykırı olarak Belediyenin reklam işlerini … Elektronik Limited Şirketi ile … Ofset Limited Şirketine yaptırmak

Eylem Tarihi : 2006 yılı ve sonrası

İçişleri Bakanlığının 7.8.2009 tarih ve 11875 sayılı yazısı ekinde gönderilen dosya, İçişleri Bakanının 17.6.2009 tarih ve 2009/147 sayılı soruşturma izni verilmesine ilişkin kararı  ve bu karara yapılan itirazlar, Tetkik Hakimi Serkan Kızılyel’in açıklamaları dinlenildikten sonra 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun uyarınca incelendi;

Gereği Görüşülüp Düşünüldü: 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 11 inci maddesinde, ihaleyi yapan idarenin ihale yetkilisi kişileri ile bu yetkiye sahip kurullarda görevli kişiler ve ihaleyi yapan idarenin ihale konusu işle ilgili her türlü ihale işlemlerini hazırlamak, yürütmek, sonuçlandırmak ve onaylamakla görevli olanlar ve belirtilen şahısların eşleri ve üçüncü dereceye kadar kan ve ikinci dereceye kadar kayın hısımları ile evlatlıkları ve evlat edinenlerinin doğrudan veya dolaylı veya alt yüklenici olarak, kendileri veya başkaları adına hiçbir şekilde ihalelere katılamayacakları hükmüne yer verildiği, aynı Kanunun 18 inci maddesinde 30.07.2003 tarih ve 4964sayılı Kanunla yapılan değişiklik ile doğrudan temin yönteminin bir ihale türü olmaktan çıkarıldığı, yine Kanunun 22 nci maddesinde, belli bir miktar parayı aşmayan ihtiyaçların, ihale komisyonu kurma ve 10 uncu maddede sayılan yeterlik kurallarını arama zorunluluğu bulunmaksızın, ihale yetkilisince görevlendirilecek kişi veya kişiler tarafından piyasada fiyat araştırması yapılarak temin edilebileceğinin hükme bağlandığı, öte yandan Kamu İhale Genel Tebliğinin Birinci Bölümünün XV inci maddesinin (B) bendinde, doğrudan teminin bir ihale usulü olmaktan çıkarılması nedeniyle 4734 sayılı Kanunun “İhaleye Katılımda Yeterlik Kuralları” başlıklı 10 uncu maddesi ile “İhaleye Katılamayacak Olanlar” başlıklı 11 inci maddesinin doğrudan temin usulünde uygulanmasının zorunlu olmaktan çıkarıldığının karara bağlandığı görülmektedir. Dosyanın incelenmesinden, 2006 yılında Belediyenin reklam ihtiyaçlarından bir kısmının karşılanması amacıyla 4734 sayılı Kanunun 22 nci maddesi uyarınca görevlendirilen satınalma görevlileri tarafından yapılan piyasa araştırma sonrasında en uygun teklifi veren … Elektronik Limited Şirketi’ne işlerin yaptırıldığı, bu dönemde anılan Şirketin ortaklarından birisinin … Büyükşehir Belediye Başkanı …’in damadı olmasına karşın doğrudan temin usulünün bir ihale usulü olmaması nedeniyle, işin yapılması için teklif verenlerin Kanunun 11 inci maddesinde düzenlenen yasaklılar kapsamına girip girmediğine ilişkin bir inceleme yapılmasına hukuken olanak bulunmadığı, bu durumun Kamu İhale Genel Tebliğinde de düzenlendiği, ilgili dönemde gerçekleştirilen alımların cüzi bir kısmını alan … Elektronik Limited Şirketi’nin rayiç bedelin üstünde bir bedelle işleri yaptığı ya da üstlendiği işin yapılmasında kusurlu davrandığına ilişkin dosyada bilgi veya belge bulunmadığı, yine … Ofset Limited Şirketi tarafından doğrudan temin usulüyle üstlenilen işlerin … Elektronik Limited Şirketine yaptırıldığına ilişkin iddianın ise bilgi ve belgeyle desteklenemediği ve muhbir iddiasından öteye geçemediği, bu nedenle rayiç bedel üzerinden hukuka uygun olarak doğrudan temin usulü ile yapılan alımlar nedeniyle ilgililere isnat edilen eylemin, haklarında soruşturma yapılmasını gerektirecek nitelikte bulunmadığı anlaşıldığından, itirazların kabulüyle İçişleri Bakanının 17.6.2009 tarih ve 2009/147 sayılı soruşturma izni verilmesine ilişkin kararının kaldırılmasına, dosyanın İçişleri Bakanlığına, kararın bir örneğinin itiraz edenlere gönderilmesine 21.10.2009 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Danıştay 13. Daire, E.2009/3127 , K 2014/2311, T.04.06.2014

ÖZET: İhale süreci içerisinde herhangi bir idare tarafından yasaklama kararı verilmesi durumunda yasaklama kararının Resmî Gazetede yayım tarihinden önce teklif vermiş olan aday veya isteklilerin tekliflerinin değerlendirme dışı bırakılarak geçici teminatlarının iade edilmesi yönündeki dava konusu düzenlemede hukuka ve mevzuata aykırılık bulunmadığı hakkında.

Dava, 25.07.2005 tarih ve 25886 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan “Kamu İhale Genel Tebliği”nin 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu ile ilgili birinci bölümünün “XV- İhalelere Katılmaktan Yasaklamaya İlişkin Açıklamalar” başlıklı kısmının “G. Teminatların Gelir Kaydedilmesi” başlıklı maddesinde yer alan “İhale veya son başvuru tarihi itibarıyla haklarında ihalelere katılmaktan yasaklama kararı bulunmayan veya haklarında kamu davası açılmamış aday veya istekliler hakkında, ihale süreci içerisinde herhangi bir idare tarafından yasaklama kararı verilmesi veya haklarında kamu davası açılması durumunda yasaklama kararının Resmi Gazetede yayım tarihinden veya haklarında kamu davası açıldığı tarihten önce teklif vermiş olan istekliler açısından yukarıdaki hükümlerin uygulanmasına imkân bulunmamaktadır. Bu durumda olan aday veya isteklilerin teklifleri değerlendirme dışı bırakılarak geçici teminatları iade edilecektir. İhale sürecine göre, ihale komisyonu kararı veya ihale yetkilisinin onayı iptal edilecek ve usulüne uygun olarak verilmiş diğer teklifler değerlendirilmeye tabi tutularak ihale süreci tamamlanacaktır…” düzenlemesinin iptali istemiyle açılmıştır.25.07.2005 tarih ve 25886 sayılı Resmî Gazetede yayımlanan dava konusu “Kamu İhale Genel Tebliği”, 22.08.2009 tarih ve 27327 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Kamu İhale Genel Tebliği’nin 98. maddesi ile yürürlükten kaldırılmış ise de; davacı hakkında bir uygulama işleminin bulunması nedeniyle işin esası incelendi:4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun 4. maddesinde, “İhale” kavramının, bu Kanun’da yazılı usul ve şartlarla mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin istekliler arasından seçilecek birisi üzerine bırakıldığını gösteren ve ihale yetkilisinin onayını müteakip sözleşmenin imzalanması ile tamamlanan işlemleri ifade edeceği; 5. maddesinin birinci fıkrasında, idarelerin, bu Kanuna göre yapılacak ihalelerde; saydamlığı, rekabeti, eşit muameleyi, güvenirliği, gizliliği, kamuoyu denetimini, ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanmasını ve kaynakların verimli kullanılmasını sağlamakla sorumlu oldukları; 10. maddesinin 4. fıkrasının (i) bendinde, 11. maddeye göre ihaleye katılamayacağı belirtildiği hâlde ihaleye katılan isteklilerin ihale dışı bırakılacağı; 11. maddesinin 1. fıkrasının düzenlemenin yapıldığı tarihteki hâliyle (a) bendinde, bu Kanun ve diğer Kanunlardaki hükümler gereğince geçici veya sürekli olarak kamu ihalelerine katılmaktan yasaklanmış olanların doğrudan veya dolaylı veya alt yüklenici olarak, kendileri veya başkaları adına hiçbir şekilde ihalelere katılamayacakları; 4. fıkrasında, bu yasaklara rağmen ihaleye katılan isteklilerin ihale dışı bırakılarak geçici teminatlarının gelir kaydedileceği; ayrıca, bu durumun tekliflerin değerlendirilmesi aşamasında tespit edilememesi nedeniyle bunlardan biri üzerine ihale yapılmışsa teminatın gelir kaydedilerek ihalenin iptal edileceği; 40. maddesinin düzenlemenin yapıldığı tarihteki hâliyle son fıkrasında, ihale kararlarının ihale yetkilisince onaylanmadan önce idarelerin, ihale üzerinde kalan isteklinin 58. maddeye göre yasaklı olup olmadığını anılan maddeye göre teyit ettirerek buna ilişkin belgeyi ihale kararına eklemek zorunda oldukları; 58. maddesinin 3. fıkrasında ise, ihale sırasında veya sonrasında bu fiil veya davranışlarda bulundukları tespit edilenlerin, idarelerce o ihaleye iştirak ettirilmeyecekleri gibi yasaklama kararının yürürlüğe girdiği tarihe kadar aynı idare tarafından yapılacak sonraki ihalelere de iştirak ettirilmeyecekleri kurala bağlanmış; düzenleme tarihinde yürürlükte bulunan İhalelere Karşı Yapılacak İdarî Başvurulara Ait Yönetmelik’in 4. maddesinde “ihale süreci”nin, ihale yetkilisince ihale onayı verildiği tarihten itibaren başlayan; sözleşmenin ihale yetkilisi ve yüklenici taraflarca imzalanıp notere onaylattırılması ve tesciliyle, notere onay ve tescil gerekmeyen hâllerde taraflarca sözleşmenin imzalanmasıyla tamamlanan süreci ifade edeceği belirtilmiştir. Anılan düzenlemelerden, bu Kanun’un hazırlanma amacının gerçekleştirilebilmesi için, idarelerin ihalelerde saydamlığı, rekabeti, eşit muameleyi, güvenirliği, kamuoyu denetimini, ihtiyaçların uygun şartlarda ve zamanında karşılanmasını ve kaynakların verimli kullanılmasını sağlamakla sorumlu kılınmasının gerekli görüldüğü; kamu ihalelerine girmekten geçici veya sürekli olarak yasaklanmış olanların herhangi bir şekilde ihalelere katılmalarının önlendiği, ihale, ihale kararının onaylanması hâlinde geçerli sayılacağından, onaydan önce idarelerin, ihale üzerinde kalan isteklinin yasaklı olmadığını teyit ettirmek zorunda oldukları; bu teyidin, ihalenin onaylanmasından önceki süreci kapsadığı; ihale işlemleri ve ihale süreci onaydan sonra da devam ettiğinden, sürecin devamında yayımlanan yasaklanma kararlarının da uygulanmasına engel bir durumun bulunmadığı anlaşılmaktadır. Dava konusu düzenlemede, ihale süreci içerisinde herhangi bir idare tarafından yasaklama kararı verilmesi durumunda yasaklama kararının Resmî Gazetede yayım tarihinden önce teklif vermiş olan aday veya isteklilerin tekliflerinin değerlendirme dışı bırakılarak geçici teminatlarının iade edileceği; ihale sürecine göre, ihale komisyonu kararı veya ihale yetkilisinin onayının iptal edileceği, usulüne uygun olarak verilmiş diğer tekliflerin değerlendirilmeye tâbi tutularak ihale sürecinin tamamlanacağı belirtilmektedir. Mevzuattaki tanımlarıyla “ihale” ve “ihale süreci” sözleşmenin imzalanmasıyla tamamlanacağından, ihale kararının onaylanmasından sonra yayımlanan yasaklama kararlarının henüz süreç tamamlanmadığından uygulanması gerekmektedir. İdarelerin, ihale kararının onaylanmasından sonra yayımlanan yasaklama kararını dikkate almamaları yukarıda belirtilen mevzuat hükümlerine aykırı olacaktır. Diğer taraftan, anılan Kanun maddelerine göre, kamu ihalelerine katılmaktan yasaklanmış olanların hiçbir şekilde ihalelere katılamaması, bu yasağa rağmen ihaleye katılan isteklilerin ihale dışı bırakılarak geçici teminatlarının gelir kaydedilmesi; bu durumun tekliflerin değerlendirilmesi aşamasında tespit edilememesi nedeniyle bunlardan biri üzerine ihale yapılmışsa teminatın gelir kaydedilerek ihalenin iptal edilmesi şeklinde ağır yaptırımlar uygulanması karşısında, idarelerin ihale süreci içerisinde, ihale kararlarının onaylanmasından sonra yayımlanmış olsa dahi, ihalelere katılmaktan yasaklanma kararlarına karşı kayıtsız kalmalarının, başta sayılan kamu ihalelerinin temel ilkelerine de aykırılık teşkil edeceği açıktır. Kaldı ki, bu durumdaki isteklilerin, geçici teminatları gelir kaydedilmeyip, kastın bulunmadığı kanaatinden hareketle, iade edilmektedir. Bu durumda, ihale süreci içerisinde herhangi bir idare tarafından yasaklama kararı verilmesi durumunda yasaklama kararının Resmî Gazetede yayım tarihinden önce teklif vermiş olan aday veya isteklilerin tekliflerinin değerlendirme dışı bırakılarak geçici teminatlarının iade edilmesi yönündeki dava konusu düzenlemede hukuka ve mevzuata aykırılık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle; davanın reddine, ayrıntısı aşağıda gösterilen toplam 99,70.-TL yargılama giderinin davacı üzerinde bırakılmasına, Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca 1.500.-TL vekâlet ücretinin davacıdan alınarak davalı idareye verilmesine, posta gideri avansından artan tutarın kararın kesinleşmesinden sonra istemi hâlinde davacıya iadesine, bu kararın tebliğ tarihini izleyen 30 (otuz) gün içerisinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na temyiz yolu açık olmak üzere, 04.06.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Danıştay 13. Daire, Esas :2005/1819,Karar:2005/4728, Tarih:26.9.2005

ÖZET : Davacı şirketin 1 ( bir ) yıl süreyle bütün kamu kurum ve kuruluşların ihalelerine katılmaktan yasaklanmasına neden olan eyleminin 4734 sayılı Yasa’nın 17/a maddesi kapsamında “Yasak fiil ve davranış” niteliğinde olmadığı, bu gerekçeyle verilen yasaklama kararı davacı şirketin ticari itibarını zedeleyeceğinden ve güvenilirliğini azaltacağından, davacı şirketin söz konusu işlem nedeniyle uğradığı manevi zarara karşılık makul bir tazminata hükmedilmesi gerekir.

Dava, davacı şirketin bütün kamu kurum ve kuruluşlarının ihalelerine 1 ( bir ) yıl süreyle katılmaktan yasaklanmasına ilişkin davalı idarenin 03.06.2003 tarih ve … sayılı işleminin iptali ile 150.000.000.000.-TL maddi ve 200.000.000.000.-TL manevi tazminatın yasal faiziyle birlikte tazmini istemiyle açılmış, İdare Mahkemesi’nce; teklif mektubunun usulüne uygun olmaması nedeniyle ihale dışı bırakılan davacının eyleminin 4734 sayılı Yasa’nın 17. maddesinde yer alan “yasak fiil ve davranış” niteliğinde olmadığından, tesis edilen işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı, davacının 150.000.000.000.-TL maddi, 200.000.000.000.-TL manevi tazminatın yasal faiziyle birlikte tazmini istemine gelince; Anayasa’nın 125. maddesinin son fıkrasında, “İdarenin, kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle yükümlü olduğunun” hükme bağlandığı, İdarenin hukuki sorumluluğundan söz edebilmek için, ortada somut bir zararın bulunması ve bunun idareye yüklenebilen bir işlem veya eylemden doğması, başka bir deyişle, zararla idari faaliyet arasında illiyet bağı bulunması gerektiği, bakılan davada, dava konusu edilen 1 ( bir ) yıl süreyle kamu ihalelerine katılmaktan yasaklanma işleminin, Mahkemelerince hukuka aykırı bulunmuş olmasına karşın, anılan işlem nedeniyle davacının uğradığı maddi zarara ilişkin somut hiçbir verinin sunulamaması karşısında, maddi tazminat isteminin kabulüne olanak bulunmadığı, manevi tazminat istemi yönünden ise; dava konusu işlemin niteliği itibariyle, davalı idareyi manevi tazminatla yükümlü tutabilecek nitelikte ağır hizmet kusuru bulunmadığı gibi, olayda manevi zararın oluştuğundan da söz edilemeyeceği gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline, maddi ve manevi tazminat isteminin reddine karar verilmiş, taraflar kararın aleyhlerine olan kısımlarını temyiz etmişlerdir. İdare ve vergi mahkemelerinin nihai kararlarının temyizen bozulması 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı halinde mümkündür. Temyizen incelenen kararın dava konusu işlemin iptali ve maddi tazminat isteminin reddine ilişkin kısmı usul ve hukuka uygun olup, dilekçelerde ileri sürülen temyiz nedenleri kararın belirtilen kısımlarının bozulmasını gerektirir nitelikte görülmemiştir. Temyize konu kararın manevi tazminat istemine ilişkin kısmına gelince; Manevi tazminat, patrimuanda meydana gelen bir eksilmeyi karşılamaya yönelik bir tazmin aracı olmayıp, manevi tatmin aracıdır. Manevi tazminata hükmedilmesi için kişinin fizik yapısını zedeleyen, yaşama ve kazanma gücünün azalması sonucu doğuran olayların meydana gelmesi ve idarenin hukuka aykırı bir işlem veya eylemi sonucunda ağır bir elem ve üzüntünün duyulmuş olması veya şeref ve haysiyetinin rencide edilmiş bulunması gerekir. Manevi tazminata hükmedilirken ilgililerin sosyal ve ekonomik durumu dikkate alınarak olay nedeniyle duyduğu elem ve ızdırabın kısmen giderilmesini ifade edecek, idarenin hukuka aykırılığını ortaya koyacak ve hukuka aykırılığı özendirmeyecek bir miktarın belirlenmesi gerekmektedir. Olayda; 13.03.2003 tarihinde … Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi 4 kalem yemek alım ihalesine katılan davacı firmanın teklif mektubunun içinde bir adet şikayet dilekçesi ve 56 adet boş A4 kağıdı bulunması üzerine ihale dışı bırakıldığı, ayrıca davacının bu eyleminin 4734 sayılı Yasa’nın 17/a kapsamında “yasak fiil ve davranış” niteliğinde olduğu gerekçesiyle 1 ( bir ) yıl süreyle bütün kamu kurum ve kuruluşlarının ihalelerine katılmaktan yasaklanmasına ilişkin dava konusu işlemin oluşturulduğu anlaşılmakta olup, davacının eylemi “hile, vaat, tehdit, nüfuz kullanma, çıkar sağlama, anlaşma, irtikap, rüşvet suretiyle veya başka yollarla ihaleye ilişkin işlemlere fesat karıştırmak veya teşebbüs etmek” niteliğinde olmadığından, bu gerekçeyle verilen yasaklama kararının davacı şirketin ticari itibarını zedeleyeceği, güvenirliğini azaltacağı açıktır. Bu nedenle davacı şirketin söz konusu işlem nedeniyle uğradığı manevi zarara karşılık makul bir manevi tazminata hükmedilmesi gerekirken istemin reddinde hukuka uyarlık bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. madde uyarınca, davalı idarenin temyiz istemi ile davacının temyiz isteminin maddi tazminata ilişkin kısmının reddiyle Ankara 6. İdare Mahkemesi’nin 10.03.2004 tarih ve E:2003/1457, K:2004/295 sayılı kararının, dava konusu işlemin iptali ve maddi tazminat isteminin reddine ilişkin kısmının onanmasına, davacının temyiz isteminin kısmen kabulüyle mahkeme kararının manevi tazminat isteminin reddine ilişkin bölümünün bozulmasına, dosyanın bozulan kısım hakkında yeniden bir karar verilmek üzere anılan Mahkemeye gönderilmesine, 26.09.2005 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Danıştay 5. Daire, E. 2012/5124 ,K. 2014/2469 K.T.26/03/2014

ÖZET : Yasa koyucu, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 59. maddesi ile istisnai memuriyetlere atama konusunda idareye takdir yetkisi tanımış ise de, bu memuriyetlerde bulunan kişinin görevden alınması konusunda idarenin mutlak bir takdir yetkisinin bulunmadığı, bu konuda kurulacak işlemlerin de diğerleri gibi yetki, şekil, konu, sebep ve amaç yönlerinden yargı denetimine tabi olduğu hakkında.

Dava; Sağlık Bakanlığı müşaviri olarak görev yapan davacının, başka bir göreve atanmak üzere bu görevinden alınmasına ilişkin 12/11/2010 tarih ve 2010/752 sayılı müşterek kararnamenin davacıya ilişkin kısmının ve Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğü’ne eğitim uzmanı olarak atanmasına ilişkin 25/11/2010 tarih ve 20992 sayılı işlemin iptali ile yoksun kalınan parasal hakların yasal faizi ile birlikte ödenmesine karar verilmesi istemiyle açılmıştır. Ankara 13. İdare Mahkemesi’nce, Bakanın kendisi ile doğrudan çalışacağı bakanlık müşavirlerini belirleme hususunda takdir yetkisi bulunduğu, idarenin bu takdir yetkisini hangi yönde kullanacağı hususunda Mahkeme kararı ile zorlanamayacağı, bu sebeple davacının bakanlık müşavirliğinden alınmasına ilişkin müşterek kararnamede hukuka aykırılık bulunmadığı, öte yandan, davacının bakanlık müşaviri olarak atanmadan önce de (25.10.2004-25.11.2004) Sağlık Bakanlığı Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğü’nde eğitim uzmanı olarak görev yaptığı, bu nedenle tekrar eğitim uzmanı olarak atanmasına ilişkin işlemde de hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine hükmedilmiştir. Davacı, dava konusu işlemlerin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmekte ve İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir.657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 76. maddesinde kurumların, görev ve unvan eşitliği gözetmeden kazanılmış hak aylık dereceleriyle memurları bulundukları kadro derecelerine eşit veya 68. maddedeki esaslar çerçevesinde daha üst, kurum içinde aynı veya başka yerlerdeki diğer kadrolara naklen atayabilecekleri öngörülmüştür. Anılan maddeyle idarelere kamu görevlilerinin naklen atanmaları konusunda takdir yetkisi tanınmış ise de, bu yetkinin kullanımı kamu yararı ve hizmet gerekleriyle sınırlı olup, bu açıdan yargı denetimine tabi bulunduğu İdare Hukukunun bilinen ilkelerindendir. Aynı Kanun’un 59. maddesinde sayılan istisnai memurluklar arasında yer alan Bakanlık Müşavirliğine, bu Kanun’un atanma, sınavlar, kademe ilerlemesi ve derece yükselmesine ilişkin hükümleriyle bağlı olmaksızın tahsis edilmiş derece aylığı ile atanabileceği anılan maddenin birinci fıkrasında kurala bağlanmış olup, ikinci fıkrada da; birinci fıkrada sayılan memurların bulundukları bu kadroların emeklilik aylığının hesabında ve diğer memurluklara naklen atanmalarda herhangi bir sınıf için kazanılmış hak sayılmayacağı, bu görevlerde bulunan memurların emeklilik kıdemlerinin yürümekte devam edeceği hükmü yer almıştır. Bu hükümle yasa koyucu, istisnai memuriyetlere atama konusunda idareye takdir yetkisi tanımış ise de, bu memuriyetlerde bulunan kişinin görevden alınması konusunda idarenin mutlak bir takdir yetkisinin bulunmadığını, bu konuda kurulacak işlemlerinde diğerleri gibi yetki, şekil, konu, sebep ve amaç yönlerinden yargı denetimine tabi olduğunu vurgulamak gerekir. Dosyanın incelenmesinden; 16/09/1991 tarihinde Milli Eğitim Bakanlığı’nda öğretmen olarak memuriyete başlayan davacının, 24/02/2003 tarihinde geçici görevle Sağlık Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’nde daire başkanı olarak görevlendirildiği, 25/10/2004 tarihine kadar bu görevi yürüttükten sonra Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğü’ne eğitim uzmanı olarak atanmasının ardından 25/11/2004 tarihinde Sağlık Bakanlığı müşavirliği görevine getirildiği, dava konusu edilen 12/11/2010 tarih ve 2010/752 sayılı müşterek kararname ile bu görevinden alınarak 25/11/2010 günlü, 20992 sayılı işlemle aynı Bakanlığın Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğü’ne eğitim uzmanı olarak atandığı anlaşılmaktadır. Davacının, 181 sayılı Sağlık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 22. maddesi uyarınca, Bakanlığın görev alanına giren ve özel önem ve öncelik taşıyan konularda Bakana yardımcı olmak üzere 2010 yılında bakanlık müşavirliğine atanmış bulunması, görev süresi içerisinde başarısız ya da yetersiz olduğunu veya bakanlık müşavirliği görevini mevzuat çerçevesinde yapamadığını gösterecek nitelikte herhangi bir bilgi ve belgenin dosyaya sunulamamış olması karşısında, somut bir sebep gösterilmeden, salt takdir yetkisine dayanılarak bakanlık müşavirliği görevinden alınmasına ilişkin müşterek kararnamede ve buna bağlı olarak Sağlık Eğitimi Genel Müdürlüğü’ne eğitim uzmanı kadrosuna atanmasına ilişkin işlemde hukuka uyarlık, davanın reddi yolunda verilen Mahkeme kararında ise hukuki isabet bulunmamıştır. Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulüyle Ankara 13. İdare Mahkemesi’nce verilen 06/03/2012 günlü, E:2011/243; K:2012/530 sayılı kararın 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1/b fıkrası uyarınca bozulmasına, aynı maddenin 3622 sayılı Kanunla değişik 3. fıkrası gereğince ve yukarıda belirtilen hususlar da gözetilerek yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, 26/03/2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

 Danıştay 6. Daire, Esas: 2010/1756, Karar: 2014/1355, Tarih:25/02/2014

ÖZET: Mevzii imar planlarının genişletilmesi sonucunu doğuracak ve bu planla bütünleşecek şekilde, mevzii imar planına bitişik, mevzii imar planı oluşturulmasına yönelik ilave imar planı yapılamayacağı hakkında.

Dava, …ili, …İlçesi, …Köyü, … ada … sayılı parselin bulunduğu alanda yapılan 1/1000 ölçekli ilave imar planının kabulüne ilişkin 09.01.2009 tarihli, 52 sayılı il genel meclisi kararının; yapılan planla çıkmaz yol ve çıkmaz yola cepheli parseller oluşturulduğu, bu durumun mevzuata aykırı olduğu ileri sürülerek iptali istemiyle açılmış, mahkemece; … ada … nolu parsele yönelik olarak hazırlanan ilave imar planı dava konusu il genel meclisi kararıyla kabul edilmiş olsa da, dava konusu alanın daha önce mevzi imar planı bulunan bölgeye bitişik olduğu, bu haliyle mevzii imar planlarının genişletilmesi sonucunu doğuracak ve bu planla bütünleşecek şekilde, mevzii imar planına bitişik, mevzii imar planı oluşturulmasına yönelik ilave imar planı yapılamayacağı, bu nedenle söz konusu parselin bulunduğu alanda yapılan 1/1000 ölçekli ilave uygulama imar planının kabulüne ilişkin dava konusu işlemde planlama ilke ve esasları ile imar mevzuatına uyarlık bulunmadığı belirtilerek iptal kararı verilmiş, bu karar davalı idare vekili tarafından temyiz edilmiştir.3194 sayılı İmar Kanunu’nun 5.maddesinde; nazım imar planları, varsa bölge veya çevre düzeni planlarına uygun olarak halihazır haritalar üzerine, yine varsa kadastral durumu işlenmiş olarak çizilen ve arazi parçalarının; genel kullanış biçimlerini, başlıca bölge tiplerini, bölgelerin gelecekteki nüfus yoğunluklarını, gerektiğinde yapı yoğunluğunu, çeşitli yerleşme alanlarının gelişme yön ve büyüklükleri ile ilkelerini, ulaşım sistemlerini ve problemlerinin çözümü gibi hususları göstermek ve uygulama imar planlarının hazırlanmasına esas olmak üzere düzenlenen, detaylı bir raporla açıklanan ve raporuyla beraber bütün olan planlar, uygulama imar planları ise; tasdikli halihazır haritalar üzerine varsa kadastral durumu işlenmiş olarak nazım imar planı esaslarına göre çizilen ve çeşitli bölgelerin yapı adalarını, bunların yoğunluk ve düzenini, yolları ve uygulama için gerekli imar uygulama programlarına esas olacak uygulama etaplarını ve diğer bilgileri ayrıntıları ile gösteren planlar olarak tanımlanmış olup, 6.maddesinde; planların, kapsadıkları alan ve amaçları açısından; “bölge planları” ve “imar planları”, imar planlarının ise, “nazım imar planları” ve “uygulama imar planları” olarak hazırlanacağı kurala bağlanmıştır. Plan Yapımına Ait Esaslara Dair Yönetmeliğin 3.maddesinin 4.bendinde; ilave imar planı: yürürlükte bulunan planın ihtiyaca cevap vermediği durumlarda, mevcut plana bitişik ve mevcut planın genel arazi kullanım kararları ile süreklilik, bütünlük ve uyum sağlayacak biçimde hazırlanan plan olarak, 5.bendinde ise mevzii imar planı; mevcut planların yerleşmiş nüfusa yetersiz kalması veya yeni yerleşim alanlarının kullanıma açılması gereğinin ve sınırlarının ilgili idarece belirlenmesi halinde, bu Yönetmeliğin plan yapım kurallarına uyulmak üzere yapımı mümkün olan, yürürlükteki her tür ve ölçekteki plan sınırları dışında, planla bütünleşmeyen konumdaki, sosyal ve teknik altyapı ihtiyaçlarını kendi bünyesinde sağlayan, raporuyla bir bütün olan imar planı olarak tanımlanmıştır. Yukarıda yer verilen ilave ve mevzii imar planı tanımlarının irdelenmesinden; ilave imar planı tanımında yer verilen yürürlükteki plan kavramından, 1/5000 ölçekli nazım imar planları ve 1/1000 ölçekli uygulama imar planlarının anlaşılması gerektiği, 1/5000 ölçekli nazım imar planlarının; arazi parçalarının genel kullanış biçimlerini, başlıca bölge tiplerini, bölgelerin gelecekteki nüfus yoğunluklarını, gerektiğinde yapı yoğunluğunu, çeşitli yerleşme alanlarının gelişme yön ve büyüklükleri ile ilkelerini, ulaşım sistemlerini ve problemlerinin çözümü gibi hususları gösteren ve uygulama imar planlarının hazırlanmasına esas olmak üzere düzenlenen bütüncül planlar olduğu, 1/1000 ölçekli uygulama imar planlarının ise; 1/5000 ölçekli nazım imar planları doğrultusunda hazırlanan, üst ölçekli bu planla hiyerarşik bağı bulunan ve bütünlük arz eden planlar olduğu açıktır.Öte yandan Plan Yapımına Ait Esaslara Dair Yönetmelikte de; ilave imar planlarının, mevcut planın genel arazi kullanım kararları ile süreklilik, bütünlük ve uyum sağlayacak biçimde hazırlanan planlar olduğu düzenlenmiş, mevzii imar planlarının ise, mevcut planların yerleşmiş nüfusa yetersiz kalması veya yeni yerleşim alanlarının kullanıma açılması gereğinin ortaya çıkması halinde yapılması mümkün olan, yürürlükteki her tür ve ölçekteki plan sınırları dışında, planla bütünleşmeyen konumdaki planlar olduğu göz önünde bulundurulduğunda mevzii imar planlarının ancak istisnai durumlarda yapılabileceği anlaşılmış olup, mevzii imar planlarının genişletilmesi sonucunu doğuracak ve bu planla bütünleşecek şekilde, mevzii imar planına bitişik, mevzii imar planı oluşturulmasına yönelik ilave imar planı yapılamayacağı değerlendirilmektedir. Kaldı ki, Plan Yapımına Ait Esaslara Dair Yönetmelik, kanun sistematiği açısından incelendiğinde de; yönetmeliğin 3. maddesinin birinci fıkrasında nazım imar planının, 2. fıkrasında uygulama imar planının, 3.fıkrasında revizyon planın, 4.fıkrasında ise ilave imar planın düzenlendiği, mevzii imar planının ise ilave imar planından sonra 5. fıkrada düzenlendiği dolayısıyla ilave imar planı tanımında yer verilen mevcut plan kavramının mevzii imar planlarını kapsamadığı açıktır.İdare ve vergi mahkemeleri tarafından verilen kararların temyiz yolu ile incelenerek bozulabilmeleri 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinde belirtilen nedenlerden birinin bulunması halinde mümkündür….3. İdare Mahkemesince verilen 30/09/2009 tarihli, E:2009/147, K:2009/1019 sayılı karar ve dayandığı gerekçe hukuk ve usule uygun olup, bozulmasını gerektirecek bir sebep bulunmadığından, temyiz isteminin reddi ile anılan kararın onanmasına, dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, bu kararın tebliğ tarihini izleyen günden itibaren 15 gün içerisinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 25/02/2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.

Danıştay 12.Dairesİ, Esas:2010/1591,Karar :2013/439,Tarih:12.02.2013

ÖZET : Hatay Sosyal Güvenlik İl Müdürlüğü’nde şef olarak görev yapmaktayken Hatay Ağır Ceza Mahkemesi’nin 21.11.2006 günlü, E:2006/176, K:2006/710 sayılı kararıyla 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 342/1. maddesi uyarınca resmi evrakta sahtecilik suçundan 1 yıl 8 ay hapis cezasına mahkum edilen davacının, bu kararın Yargıtay tarafından onanarak kesinleşmesi üzerine 657 sayılı Yasa’nın 48/A-5 ve 98/b maddeleri uyarınca memuriyet görevine son verilmesine ilişkin 2.2.2009 gün ve 614 sayılı işlemin iptali istemiyle açtığı davada; her ne kadar işlem tarihi itibariyle davacı hakkında kesinleşmiş bir mahkumiyet kararı bulunmakta ise de, davacı tarafından lehe olan Kanun hükümlerinin uygulanması için yapılan başvuru üzerine Hatay Ağır Ceza Mahkemesi’nin 17.2.2009 günlü Ek Kararı ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231. maddesi uyarınca davacı hakkındaki söz konusu mahkumiyet hükmünün açıklanmasının geri bırakıldığı ve anılan maddede hükmün açıklanmasının geri bırakılmasının kurulan hükmün sanık hakkında bir hukukî sonuç doğurmamasını ifade edeceğinin belirtildiği, bu durumda yukarıda belirtilen yeni hukuki gelişme karşısında davacının memuriyete engel bir suçtan mahkum olduğundan söz edilemeyeceğinden, davacının görevine son verilmesine ilişkin işlemde – hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptali yolunda Hatay İdare Mahkemesi’nce verilen 9.10.2009 günlü, E:2009/396, K:2009/1434 sayılı kararın temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.

Ceza Hukukunun temel İlkelerinden biri olan “lehe olan kanun hükmünün uygulanması” ilkesi, belirtilen hukuk dalının niteliği gereği yargılamanın her aşamasında ve hatta hükmün kesinleşmesinden sonra infaz aşamasında da uygulanmaktadır.İdare Hukuku ve İdari Yargılama Hukukunda ise Ceza Hukukundan farklı nitelikte ve bağımsız bir hukuk dalı olmasının bir sonucu olarak, farklı ilke ve uygulamaların hakim olduğu ve bunun başında idari işlemin tesis edildiği tarihteki hukuk kurallarının ve hukuki statünün esas alınması olduğu bilinmektedir. “Lehe olan kanunun uygulanması” ilkesinin idare hukukunda geçerli olduğuna dair mevzuatta herhangi bir hüküm bulunmamakla birlikte, hukuk kurallarındaki değişikliklerle kişilerin lehine bir durum oluşması halinde, söz konusu değişikliklerin yürürlüğe girdikten sonraki olaylara ve kişilere uygulanırken, daha önceki kurallara tabi olan kişilere uygulanmaması Hukuk Devleti ilkesine, eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine uygun olmayacağından bu ilkenin İdare Hukukunda da geçerli olduğunun ve bu bağlamda İdare Hukuku mevzuatındaki boşluğun Ceza Hukuku mevzuatındaki kurallarla ve fakat İdare Hukukunun niteliğine uygun düştüğü ölçüde kıyasen uygulanması gerektiğinin kabulü gerekmektedir. Bu bağlamda, Memur Hukukunun başlıca konularından olan disiplin ve göreve son müessesesi bakımından “lehe olan kanunun uygulanması” ilkesinin geçerli olduğu hususunda duraksamaya yer olmamakla birlikte, idare hukukunun niteliği gereği söz konusu ilkenin ancak işleme karşı açılan davada olağan kanun yolları aşamasının tamamlanarak kararın kesinleşmesi anına kadar uygulanabileceği, buna karşı yargılamanın yenilenmesi gibi olağanüstü kanun yolları aşamasında söz konusu gelişmelerin dikkate alınamayacağı açıktır. Zira kesinleşme tarihinden sonraki gelişmelerin dikkate alınması idari istikrar ilkesiyle bağdaşmayacaktır. Olayda, 657 sayılı Yasa’nın 48/A-5 ve 98/b maddeleri uyarınca tesis edilecek işlemlerin tamamen ceza yargılamasının sonucuna bağlı olması ve işlem tarihinde davacı hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı bulunması nedeniyle dava konusu hukuka uygun olarak tesis edilmiş ise de, söz konusu işlemin yargısal anlamda kesinleşmesi öncesinde davacının ceza yargısındaki kesinleşen mahkûmiyet hükmünün sonradan verilen ek karar ile açıklanmasının geri bırakılması karşısında, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231. maddesi uyarınca söz konusu mahkûmiyet hükmü davacı hakkında hukukî bir sonuç doğurmayacağından davacı lehine gerçekleşen bu gelişme dikkate alınacak ve davacının görevine son verilemeyecektir. Buna karşılık, söz konusu göreve son verme işlemi işlem tarihindeki mevzuata uygun olarak tesis edildiğinden ve idarenin gelecekteki mevzuat değişikliklerini önceden bilmesi beklenemeyeceğinden, bu işlemin yargı mercilerince iptali ilgililere parasal ve özlük hak kayıpları bakımından herhangi bir talep hakkı vermeyecektir. Nitekim bu konudaki Danıştay 12. Dairesi kararları bu yöndedir. Öte yandan, göreve son vermeyi gerektiren fiillerin aynı zamanda disiplin suçu oluşturması karşısında, idarelerin ceza yargılamasının sonucunu beklemeksizin ve zamanaşımı sürelerini geçirmeksizin disiplin soruşturmasını başlatmaları ve sonucuna göre işlem tesis etmeleri gerektiği, diğer bir deyişle “göreve son” ve “disiplin” müesseselerini birlikte işletmeleri gerektiği, aksi halde disiplin hukuku yönünden suç oluşturmasına karşılık göreve son verme şartları oluşmayan kişilerin işledikleri disiplin suçlarının cezasız kalması ve idarenin iç disiplinin bozulması durumunun ortaya çıkacağı tartışmasızdır. Açıklanan nedenlerle davalı idarenin temyiz isteminin reddedilerek, İdare Mahkemesi kararının belirtilen açıklama ile onanması gerektiği düşünülmektedir. İdare ve vergi mahkemeleri tarafından verilen kararların temyiz yolu ile incelenerek bozulabilmeleri 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinde belirtilen nedenlerden birinin bulunması halinde mümkündür. İdare Mahkemesince verilen karar ve dayandığı gerekçe hukuk ve usule uygun olup, bozulmasını gerektirecek bir sebep de bulunmadığından temyiz isteminin reddi ile anılan kararın onanmasına, temyiz giderlerinin istemde bulunan taraf üzerinde bırakılmasına, bu kararın tebliğ tarihini izleyen 15 (onbeş) gün içerisinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere 12.2.2013 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

Danıştay 6. Daire,E. 2007/5045,K. 2008/20,T. 15.1.2008

ÖZET: Davacının kiracı olarak oturmakta olduğu binanın ruhsat alınmaksızın kaçak olarak yapıldığı, gerek yapının inşa aşamasında, gerek daha sonraki aşamalarda, yapıya ilişkin bir tespit ve denetim yapılmadığı, yasaların vermiş olduğu denetim ve gözetim görevlerini yerine getirmeyen davalı belediyenin %100 kusurlu olduğu hakkında.

TÜRK MİLLETİ ADINA Karar veren Danıştay Altıncı ve Onbirinci Daireleri müşterek heyetince, 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun Ek 1. maddesi uyarınca birlikte yapılan toplantıda Tetkik Hakiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra, davalı Adapazarı Belediye Başkanlığı’nın husumet yönünden yapmış olduğu itiraz, 593 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 2. maddesi’ ile geçici 2. maddesi birlikte ele alındığında, Adapazarı Belediyesi’nin Başkanı ile karar organlarının ilk yerel seçime kadar Adapazarı Büyükşehir Belediyesi’nin Başkanı ve karar organları olarak görev yapması ve bu sürede alt kademe belediyesine ait görev ve yetkilerin de Adapazarı Büyükşehir Belediyesince yerine getirilmesi nedeniyle görülmekte olan tazminat davasının, Adapazarı Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın husumetiyle görülmeye devam edilmesi gerektiği sonucuna varıldığından, yerinde görülmeyerek işin gereği görüşüldü: Dava, davacının kiracı olarak oturmakta olduğu, .. , İli, Adapazarı, … Mahallesi, … Blok A girişinde bulunan dairenin 17.09.1999 günü meydana gelen deprem sonucu yıkılmasında davalı idarelerin Hizmet Kusuru bulunduğu öne sürülerek enkaz altında kalarak vefat eden eşinden dolayı 100.000,00 YTL, çocukları .,. ve … için 150.000.00 ‘er YTL olmak üzere 400.000,00 YTL manevi, enkaz altında kalan eşyaların bedeli olarak 10.000,00 YTL maddi tazminata olay tarihinden itibaren işleyecek yasal faiziyle birlikte hükmedilmesi istemiyle açılmış; İdare Mahkemesince, Danıştay Altıncı ve Onbirinci Daireleri müşterek heyetince verilen 22.02.2005 günlü, E:2004/3218, K:2005/1061 sayılı bozma kararına uyularak dosyanın incelenmesinden, uyuşmazlık konusu yapının deprem nedeniyle ağır hasar öngörerek yıkıldığı ve en kaz altında eş ve iki çocuğu kalarak vefat ettiği, davalı belediyece ara kararına verilen yanıtta davacının kiracı olarak oturmakta olduğu konutun bulunduğu binaya ilişkin işlem dosyasına rastlanılmadığının belirtildiğinin görüldüğü, binanın ruhsat almaksızın kaçak olarak yapıldığı, anılan idarece gerek yapının inşaası aşamasında, gerek daha sonraki aşamalarda yapıya ilişkin olarak herhangi bir tespit ve denetim yapılmadığı, yıkılan binanın kaçak olarak inşaa edilirken, hatalı malzeme ve işçilik kullanılması sonucu deprem sonrasında yıkıldığı kanaatine varıldığı, yasaların vermiş olduğu denetim ve gözetim görevlerini yerine getirmeyen davalı belediyenin zararın meydana gelmesinde %100 oranında kusurlu olduğu, davalı Bakanlığın, ülkenin deprem bölgesi haritalarının hazırlanması, afet bölgesinde yapılacak yapılar hakkındaki yönetmeliklerin çıkartılması konusunda üzerine düşen görevleri yerine getirdiğinden yapının deprem sırasında yıkılmasında kusurunun bulunmadığı, Mahkemesinin E:2005/2934 sayılı dosyasında yapılan ara kararına Adapazarı Ticaret ve Sanayi Odası Başkanlığı tarafından verilen cevapta, 2000 yılında ortalama bir evde olması gereken eşyaların toplam değerinin 7.090,00 YTL olduğunun bildirildiği, davacının eş ve iki çocuğunun kaybetmesi sonucu psikolojik olarak etkilendiği, elem ve üzüntü duyduğu, bu elem ve üzüntünün karşılığı olarak eşi için 5.000,00 YTL çocukların her biri için ayrı ayrı 10.000,00 YTL olmak üzere toplam 25.000,00 YTL manevi tazminatın davacıya ödenmesi gerektiğinin anlaşıldığı gerekçesiyle maddi tazminat isteminin 7.090,00 YTL’lik, manevi tazminat isteminin ise 25.000,00 YTL’lik kısmının kabulüne, fazlaya ilişkin tazminat istemlerinin reddine, kabul edilen maddi ve manevi tazminatın davalı belediyeye başvuru tarihi olan 19.07.2000 gününden itibaren hesaplanarak yasal faiziyle birlikte anılan idarece davacıya ödenmesine, davanın davalı Bakanlık yönünden reddine karar verilmiş; bu karar davacı ile davalı belediye tarafından temyiz edilmiş, temyiz aşamasında da yapıya ilişkin herhangi bir bilgi ve belge dosyaya sunulmamıştır. Tazminat isteminin kısmen kabulü, davanın yukarıda özetlenen gerekçeyle kısmen reddi yolundaki temyize konu Sakarya 1. İdare Mahkemesinin 26.04.2007 günlü, E:2005/3441, K:2007/444 sayılı kararında, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinin 1. fıkrasında sayılan bozma nedenlerinden hiçbirisi bulunmadığından, bozma istemleri yerinde görülmeyerek anılan mahkeme kararının onanmasına, dosyanın adı geçen mahkemeye gönderilmesine, 15.01.2008 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

Danıştay 11. Daire, E. 2009/4252 ,K.2009/10283 ,T.04.12.2009

ÖZET: Kamu görevlilerine özlük hakları kapsamında yersiz olarak yapılan ödemelerin Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 22.12.1973 tarihli ve e: 1968/8, k: 1973/4 sayılı kararı uyarınca re’sen ilgili kamu görevlisinin maaşından kesinti yapılmak suretiyle tahsil edilmesi gerektiği; bu kapsamda kamu zararlarının tahsiline ilişkin usul ve esaslar hakkında yönetmeliğin 10. maddesi uyarınca tesis edilen “rızaen ve sulh yolu ile ödemeye çağrı” niteliğinde bir içeriğe sahip olduğu anlaşılan işlemin kesin ve yürütülmesi gerekli işlem niteliğinde bulunmadığı hakkında.

Dava, Sağlık Bakanlığına bağlı Devlet hastanesinde uzman tabip olarak görev yapan davacının, Devlet hastanesinde tam zamanlı çalıştığı halde, özel muayenehane işlettiğinin tespit edilmesi üzerine, idarece kendisine fazla ödendiği iddia edilen maaş, yan ödeme ve döner sermaye ek ödeme farkı tutarının rızaen ödenmemesi halinde hükmen tahsili için alacak takip dosyasının Kamu Zararlarının Tahsiline İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 10. maddesi uyarınca İl Muhakemat Müdürlüğüne gönderileceğinin bildirilmesine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmıştır.İdare Mahkemesince, yasa koyucunun 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 12. maddesi ile Devlet memurlarının doğrudan kişisel nedenlerden dolayı doğan Hazine zararının kendilerinden istenilmesinde genel hükümlere göre hareket edilmesi gerektiğini belirttiği ve bu konuda doğan alacakların 6183 sayılı Kanun uyarınca tahsil edilebilmesine ve bu Yasa uyarınca tebliğname niteliğinde işlem tesisine olanak tanıyan bir açıklamaya yer verilmediği, buna göre Devlet hastanesinde uzman tabip olarak görev yapan davacının, tam zamanlı çalıştığı halde, özel muayenehane işlettiğinin tespiti üzerine, fazla ödendiği iddia edilen maaş, yan ödeme ve döner sermaye ek ödeme tutarı farkının 657 sayılı Kanunun 12. maddesi uyarınca genel hükümler çerçevesinde adli yargı yerinde açılacak dava sonucuna göre tahsil edilmesi gerekirken dava konusu tebliğname niteliğini haiz işlemle takip ve tahsili yoluna gidilmesinde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir.Davalı idare, İdare Mahkemesi kararının usul ve hukuka uygun olmadığını ileri sürmekte ve temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir.2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 2. maddesinde, idari işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılan iptal davaları, idari dava türleri arasında sayılmış/’dilekçeler üzerine ilk inceleme” başlıklı 14. maddesinin (3-d) işaretli bendinde dava dilekçesinin idari davaya konu olacak kesin ve yürütülmesi gerekli bir işlem olup olmadığı yönünden inceleneceği belirtilmiş, 15. maddesinin (1-b) işaretli bendinde ise davaya konu edilen işlemin idari davaya konu olacak kesin ve yürütülmesi gerekli işlem niteliğinde bulunmaması halinde davanın reddedileceği hükme bağlanmıştır.İdari davaya konu olacak kesin ve yürütülmesi gerekli işlemler, öğreti ve içtihatlarda idari makam ve mercilerin kamu gücüne dayanarak idare işlevine (idare hukuku alanına) ilişkin olarak yaptıkları ve ilgililer hakkında çeşitli hak ve/veya yükümlülükler doğurmak suretiyle hukuk düzeninde değişiklik yapan, başka bir ifadeyle ilgililerin hukukunu etkileyen irade açıklamaları olarak tanımlandığından, dava konusu işlemin idari davaya konu olacak kesin ve yürütülmesi gerekli bir işlem olup olmadığının belirlenebilmesi için öncelikle işleme dayanak olan Yasa ve Yönetmelik hükümlerinin irdelenmesi gerekmektedir.5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun “Amaç” başlıklı 1. maddesinde, bu Kanunun amacının, kalkınma planları ve programlarda yer alan politika ve hedefler doğrultusunda kamu kaynaklarının etkili, ekonomik ve verimli bir şekilde elde edilmesi ve kullanılmasını, hesap verebilirliği ve malî saydamlığı sağlamak üzere, kamu malî yönetiminin yapısını ve işleyişini, kamu bütçelerinin hazırlanmasını, uygulanmasını, tüm malî işlemlerin muhasebeleştirilmesini, raporlanmasını ve malî kontrolü düzenlemek olduğu belirtilmiş, 25.4.2007 tarihli ve 5628 sayılı Kanunun 4. maddesi ile değiştirilen “Kamu zararı” başlıklı 71. maddesinde,, kamu zararı, “kamu görevlilerinin kasıt, kusur veya ihmallerinden kaynaklanan mevzuata aykırı karar, işlem veya eylemleri sonucunda kamu kaynağında artışa engel veya eksilmeye neden olunmasıdır.” biçiminde tanımlanmış ve kamu zararının belirlenmesinde; a) iş, mal veya hizmet karşılığı olarak belirlenen tutardan fazla ödeme yapılması, b) mal alınmadan, iş veya hizmet yaptırılmadan ödeme yapılması, c) transfer niteliğindeki giderlerde, fazla veya yersiz ödemede bulunulması, d) iş, mal veya hizmetin rayiç bedelinden daha yüksek fiyatla alınması veya yaptırılması, e) idare gelirlerinin tarh, tahakkuk veya tahsil işlemlerinin mevzuata uygun bir şekilde yapılmaması, g) mevzuatında öngörülmediği halde ödeme yapılmasının esas alınacağı, kontrol, denetim, inceleme, kesin hükme bağlama veya yargılama sonucunda tespit edilen kamu zararının, zararın oluştuğu tarihten itibaren ilgili mevzuatına göre hesaplanacak faiziyle birlikte ilgililerden tahsil edileceği, kamu zararının, bu zarara neden olan kamu görevlisinden veya diğer gerçek ve tüzel kişilerden tahsiline ilişkin usûl ve esasların Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği kurala bağlanmıştır.5628 sayılı Kanunun 4. maddesi ile 5018 sayılı Kanunun 71. maddesinde yapılan değişikliğe ilişkin Plan ve Bütçe Komisyonu Raporunda; Kanunun ilgili maddesinde, kamu zararının oluşmasında kasıt ve kusura ilişkin açık bir hükmün bulunmaması nedeniyle genel hükümlere paralel olarak kusur esaslı bir sorumluluk tanımının getirilmesi ve kamu görevlisi olmayan üçüncü kişiler tarafından neden olunan kamu zararının da tespit ve tahsili için idari birimler tarafından yapılacak işlemlerin açıklığa kavuşturulmasının amaçlandığı belirtilmiştir.5018 sayılı Kanunun 71. maddesi uyarınca, Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılan ve 19.10.2006 tarih ve 26324 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak 1.1.2006 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere yürürlüğe giren Kamu Zararlarının Tahsiline İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 1. maddesinde, bu Yönetmeliğin amacının, kontrol, denetim, inceleme, kesin hükme bağlama veya yargılama sonucunda tespit edilen kamu zararlarının tahsiline ilişkin usul ve esasları belirlemek olduğu, “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinde, ilgilinin; kendisine yersiz veya fazla ödeme yapılan gerçek ve/veya tüzel kişi ya da kişileri, sorumlunun; kamu zararının oluşmasına sebep olan kamu görevlisini ifade edeceği, “Sorumluluk” başlıklı 5. maddesinde, Kanunun ilgili maddeleri gereğince, kamu görevlilerinin kamu kaynaklarının etkili, ekonomik, verimli ve hukuka uygun olarak elde edilmesinden, yönetilmesinden, kullanılmasından, korunmasından, kötüye kullanılmaması ve her an hizmete hazır bulundurulması için gerekli önlemlerin alınmasından sorumlu oldukları, kontrol, denetim, inceleme, kesin hükme bağlama veya yargılama sonucunda tespit edilen kamu zararının geri ödenmesi sürecine, kamu görevlileri ile birlikte ilgililerin de dahil edileceği, 7. maddesinde, tespit edilen kamu zararına ilişkin yazı, tutanak, rapor, ilâm ve benzeri belgelerin ilgili kamu idarelerine gönderileceği, kontrol, denetim veya inceleme sonucunda tespit edilen kamu zararına ilişkin belgelerde, sorumlularla birlikte tahsil sürecine dahil edilecek ilgililerin de belirtileceği, “Kamu Zararından Doğan Alacağın Tebliğ ve Takibi” başlıklı 10. maddesinde, kamu zararından doğan alacakların, yetkili birimlerce sorumluların ve ilgililerin bilinen adreslerine imzaları alınmak suretiyle veya Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ edileceği, tebliğde; borcun miktarı, sebebi, doğuş tarihi, faiz başlangıç tarihi, ödeme yeri, yedi günlük itiraz süresi ve itiraz mercii belirtilerek, söz konusu tutarın tebliğ tarihinden itibaren bir ay içerisinde ödenmesinin isteneceği, itiraz ve itirazı değerlendirme süresinin bir aylık ödeme süresini etkilemeyeceği, kamu zararı alacaklarının yapılan tebligata rağmen sorumlular ve/veya ilgililerce süresinde rızaen ödenmemesi halinde ilgili alacak takip dosyasının sürenin bitiminden itibaren beş iş günü içerisinde alacağın hükmen tahsili için, strateji geliştirme birimi veya taşradaki ilgili takip birimince kamu idaresini temsile yetkili hukuk birimine gönderileceği, 12. maddesinde ise kamu zararından doğan alacakların rızaen ve sulh yolu ile ödenmek, Borçlar Kanunu hükümlerine göre takas yapılmak ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle tahsil edileceği belirtilmiş, bu üç tahsil şekli dışında başka bir takip ve tahsil yöntemi öngörülmemiştir.Aktarılan Yasa ve Yönetmelik hükümleri ile kamu kaynaklarının belirlenmiş amaçlar doğrultusunda, ilgili mevzuatla belirlenen kurallara uygun, etkili, ekonomik ve verimli bir şekilde kullanılmasını sağlamak için oluşturulan kontrol sistemi ile mali disiplini sağlamanın hedeflendiği, kontrol, denetim, inceleme, kesin hükme bağlama veya yargılama sonucunda, kamu kaynağında artışa engel veya eksilmeye neden olunduğunun tespit edilmesi durumunda, kusur sorumluluğu ilkesi uyarınca bu zarara sebebiyet veren kamu görevlilerinden ve ilgililerden zararın tahsil edilmesinin öngörüldüğü, kamu görevlisi ifadesinden; kasıt, kusur ve ihmal sonucunda mevzuata aykırı kararı alan, işlemi tesis eden veya eylemi ile kamu kaynağında artışa engel veya eksilmeye sebebiyet veren sorumlu kamu görevlisinin, ilgililer ifadesinden ise; kendisine ödeme yapılan ve kamu zararının oluşmasına sebebiyet veren kamu görevlisi olmayan gerçek ve/veya tüzel kişilerin anlaşılması gerektiği, bu nedenle, kendisine yersiz olarak ödeme yapılan kamu görevlilerinin 71. madde kapsamında bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır. Öte yandan, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 12. maddesinde, Devlet memurlarının görevlerini dikkat ve itina ile yerine getirmek ve kendilerine teslim edilen Devlet malını korumak ve her an hizmete hazır halde bulundurmak için gerekli tedbirleri almak zorunda oldukları, Devlet memurunun kasıt, kusur, ihmal ve tedbirsizliği sonucu idare zarara uğratılmışsa, bu zararın ilgili memur tarafından rayiç bedel üzerinden ödenmesinin esas olduğu ve zararların ödettirilmesinde genel hükümlerin uygulanacağı hükme bağlanmış olup madde metninde, “genel hükümler uygulanır ” ibaresine yer verilmek suretiyle kasıt, kusur, ihmal veya tedbirsizlik sonucu idareyi zarara uğratan Devlet memurlarına bu zararın ödettirilmesinde, mahkemece verilmiş bir yargı kararının bulunması gerektiğine işaret edilmiştir. Bu hükme dayalı olarak çıkarılan Devlete ve Kişilere Memurlarca Verilen Zararların Nevi ve Miktarlarının Tespiti, Takibi, Amirlerinin Sorumlulukları, Yapılacak Diğer İşlemler Hakkında Yönetmelik bir bütün olarak incelendiğinde, bu Yönetmeliğe göre tespit ve takip edilecek zararın doğrudan doğruya memurun fiilinden kaynaklanmış olması gerektiği, gerek kanun, tüzük ve yönetmelik hükümleri ile verilen görevlerin kasıt, ihmal veya tedbirsizlik sonucu yapılmaması halinde idarenin uğradığı zararın, gerekse kendisine teslim edilen Devlet malının korunması ve her an hizmete hazır halde bulundurulması için gerekli tedbirleri almaması sonucu Devlet malında meydana gelen zararın bu Yönetmelikte öngörülen usul ve esaslara göre memur tarafından yargı kararına dayalı olarak tazmin edileceği anlaşılmaktadır. Kamu görevlisi olan davacının, tam zamanlı çalıştığı halde, öze! muayenehane işlettiğinin tespiti üzerine yersiz olarak yararlandığı ileri sürülen ödeme nedeniyle oluşan kamu zararının davacının doğrudan bir fiilinden kaynaklanmadığı ve 657 sayılı Kanunun 12. maddesinde öngörülen anlamda Devlet malında meydana gelen zarar olarak nitelendirilemeyeceği açıktır. Bu duruma göre, uyuşmazlığa konu zarar 657 sayılı Kanunun 12. maddesi ve bu madde hükmü uyarınca çıkarılan Yönetmelik kapsamına girmemekle birlikte, kendisine yersiz ödeme yapıldığı ileri sürülen ve kamu görevlisi olan davacının idareyi yanıltması nedeniyle söz konusu zararın oluştuğu gözönünde bulundurulduğunda, kamu kaynağında artışa engel veya eksilmeye sebebiyet veren sorumlu kamu görevlisi ile kendisine yersiz veya fazla ödeme yapılan ve kamu görevlisi olmayan üçüncü kişilerin neden olduğu kamu zararının tahsiline ilişkin usul ve esasları düzenleyen 5018 sayılı Kanunun 71. maddesi ve bu madde hükmü uyarınca çıkarılan Yönetmelik kapsamına da girmemektedir. Kamu görevlilerine özlük hakları kapsamında yersiz olarak yapılan ödemelerin idarece nasıl tahsil edileceğine ilişkin yasal bir düzenleme bulunmamakla birlikte Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulunun 22.12.1973 tarihli ve E:1968/8, K:1973/14 sayılı kararı uyarınca bir mahkeme kararına lüzum olmadan re’sen ilgili kamu görevlisinin maaşından kesinti yapılmak suretiyle yersiz ödemelerin idarece tahsil edilebileceği kuşkusuzdur.5018 sayılı Kanunun 71. maddesi uyarınca çıkarılan Kamu Zararlarının Tahsiline İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelikte, kamu zararından doğan alacakların doğrudan kamu görevlisinin maaşından kesinti yapılmak suretiyle istirdat edilebileceğine ilişkin bir tahsil usulüne yer verilmemiş, rızaen ve sulhen ödenmeme durumunda genel hükümlere göre hükmen tahsil yoluna gidilmesi öngörülmüştür. Bu itibarla, anılan Yönetmelik hükümlerine göre düzenlenen ve davacı tarafından iptali istenen “ödeme ve tebliğ belgesi” başlıklı işlemin, rızaen ve sulh yolu ile ödemeye çağrı niteliğinde bir içeriğe sahip olması, bu işlemin anılan Yönetmeliğin 10. maddesi uyarınca tesis edilmesi, ödememe durumunda genel hükümlere göre hükmen tahsil yoluna gidileceğinin vurgulanması ve bu belgeye dayanılarak davacının maaşından kesinti yapılmamış olması karşısında, dava konusu işlemin idari davaya konu olacak kesin ve yürütülmesi gerekli (icrai) işlem niteliğinde olmadığı sonucuna varılmış olup 2577 sayılı Kanunun 14. maddesinin (3-d) işaretli bendi ve 15. maddesinin (1-b) işaretli bendi uyarınca davanın reddine karar verilmesi gerekirken, İdare Mahkemesince işin esası incelenmek suretiyle işlemin iptaline karar verilmesinde hukuki isabet bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, davalı temyiz isteminin kabulü ile Mahkeme kararının bozulmasına, yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın Mahkemeye gönderilmesine, yürütmenin durdurulması istemi hakkında bir karar verilmediğinden 25,60-TL harcın istemi halinde davacıya iadesine, 04.12.2009 tarihînde oybirliği ile karar verildi.

Danıştay 9. Daire ,Esas: 2014/1130,Karar: 2014/1663,Tarih: 15/04/2014

ÖZET : 2014 yılında uygulanmak üzere İzmir İli, Karşıyaka İlçesi, Mavişehir Mahallesinde yer alan taşınmazlarının bulunduğu cadde ve sokaklar için takdir edilen asgari arsa m² birim değerinin tespitine ilişkin takdir komisyonu kararının iptali istemiyle açılan davayı süre aşımı nedeniyle reddeden İzmir 4. Vergi Mahkemesi’nin 04/11/2013 tarih ve E:2013/2066, K:2013/1443 sayılı kararının; dilekçede ileri sürülen sebeplerle bozulması istenilmektedir.

Uyuşmazlıkta, 2014 yılında uygulanmak üzere İzmir İli, Karşıyaka İlçesi, Mavişehir Mahallesinde yer alan taşınmazlarının bulunduğu cadde ve sokaklar için takdir edilen asgari arsa m² birim değerinin tespitine ilişkin takdir komisyonu kararının iptali istemiyle açılan davayı; takdir komisyonu kararının ilan yoluyla tebliğ edildiği tarihten itibaren 30 günlük dava açma süresi geçirildikten sonra açıldığı ve idareye yapılan idari başvurunun dava açma süresini tekrar canlandırmayacağı gerekçesiyle süre aşımı nedeniyle reddeden Vergi Mahkemesi kararının bozulması istenilmektedir.213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 49/b maddesinde, aynen, “Takdir komisyonlarının arsalara ve araziye ait asgari ölçüde birim değer tespitine ilişkin dört yılda bir yapacakları takdirler, tarh ve tahakkuk işleminin (Emlâk Vergisi Kanunu’nun 33’üncü maddesinin (8) numaralı fıkrasına göre yapılacak takdirler dahil) yapılacağı sürenin başlangıcından en az altı ay önce karara bağlanarak, arsalara ait olanlar takdirin ilgili bulunduğu il ve ilçe merkezlerindeki ticaret odalarına, ziraat odalarına ve ilgili mahalle ve köy muhtarlıkları ile belediyelere, araziye ait olanlar il merkezlerindeki ticaret ve ziraat odalarına ve belediyelere imza karşılığında verilir. Büyükşehir belediyesi bulunan illerde takdir komisyonu kararları, vali veya vekalet vereceği memurun başkanlığında, defterdar veya vekalet vereceği memur, vali tarafından görevlendirilecek tapu sicil müdürü ile ticaret odası, serbest muhasebeci mali müşavirler odası ve esnaf ve sanatkârlar odaları birliğince görevlendirilecek birer üyeden oluşan merkez komisyonuna imza karşılığında verilir. Merkez komisyonu kendilerine tebliğ edilen kararları onbeş gün içinde inceler ve inceleme sonucu belirlenen değerleri ilgili takdir komisyonuna geri gönderir. Merkez komisyonunca farklı değer belirlenmesi halinde bu değerler ilgili takdir komisyonlarınca yeniden takdir yapılmak suretiyle dikkate alınır.(Anayasa Mahkemesinin 31.05.2012 tarih ve E:2011/38, K:2012/89 sayılı kararıyla iptal edilen cümle: Takdir komisyonlarının bu kararlarına karşı kendilerine karar tebliğ edilen daire, kurum, teşekküller ve ilgili mahalle ve köy muhtarlıkları onbeş gün içinde ilgili vergi mahkemesi nezdinde dava açabilirler.) Vergi mahkemelerince verilecek kararlar aleyhine onbeş gün içinde Danıştay’a başvurulabilir .Kesinleşen asgari ölçüde arsa ve arazi birim değerleri, ilgili belediyelerde ve muhtarlıklarda uygun bir yere asılmak suretiyle tarh ve tahakkukun yapıldığı yılın başından Mayıs ayı sonuna kadar ilân edilir.” hükümlerine yer verilmiştir. Maliye Bakanlığı’nca 05.03.2013 tarihinde yayımlanan 2013/1 Seri No’lu Emlak Vergisi Kanunu İç Genelgesi’nin VI-1-a bölümünde; arsalara ait takdir komisyonlarının, asgari ölçüde arsa m² birim değerlerini en kısa zamanda tespit edecekleri ve bu tespitlere ilişkin hazırlanacak kararın aslının, kararı veren komisyonda dosyalanacağı, iki örneğinin ilgili Belediyeye, birer örneğinin Defterdarlıklara (Gelir Müdürlükleri), Vergi Dairesi Başkanlığı bulunan yerlerde Vergi Dairesi Başkanlıklarına, birer örneğin ise takdirin ilgili bulunduğu il veya ilçe merkezlerindeki ticaret odalarına, ziraat odalarına, ilgili mahalle veya köy muhtarlıklarına en geç 1 Temmuz 2013 tarihine kadar tevdi edileceği düzenlemesi yer almaktadır. Dava dosyasının incelenmesinden; davacı şirket tarafından İzmir İli, Karşıyaka İlçesi, Mavişehir Mahallesi cadde ve sokakları için takdir edilen asgari arsa m² birim değerlerinin tespitine ilişkin 24.05.2013 tarih ve 10 sayılı takdir komisyonu kararı tarafına bildirilmediğinden bahisle davalı idareye yapılan başvuruya istinaden gönderilen 09.09.2013 tarih ve 4521 sayılı cevabi yazı ekinde yer alan takdir komisyonu kararından; davacı şirketin yazının kendisine tebliğ edildiği 18.09.2013 tarihinde haberdar olduğu ve asgari arsa m² birim değerlerinin tespitine ilişkin takdir komisyonu kararının iptali istemiyle 26.09.2013 tarihinde söz konusu davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Bu durumda, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun mükerrer 49’uncu maddesinde, arsalara ve araziye ait asgari ölçüde birim değer tespitine ilişkin takdir komisyonu kararlarının, emlak vergisi mükelleflerine ilan yoluyla tebliğ edileceği yönünde bir hüküm bulunmadığından, davacı şirketin idareye yaptığı başvuru üzerine tarafına yapılan tebliğ ile söz konusu takdir komisyonu kararından haberdar olduğundan yasal süresinde Mahkeme kaydına giren dilekçe ile açılan davada; işin esasının incelenerek bir karar verilmesi gerekirken, davayı süre aşımı yönünden reddeden Vergi Mahkemesi kararında hukuka uyarlık bulunmamaktadır Açıklanan nedenlerle, temyiz isteminin kabulüne, İzmir 4. Vergi Mahkemesi’nin 04/11/2013 tarih ve E:2013/2066, K:2013/1443 sayılı kararının bozulmasına, bu kararın tebliğ tarihini izleyen 15 gün içinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere, 15/04/2014 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.

Danıştay 12.Daire ,Esas :2009/7469, Karar :2010/3354 ,Tarih:21.6.2010

ÖZET : Herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik veya yaşlılık aylığı alanların bazı istisnalar dışında yeniden atanamayacakları hakkında.

Yozgat İli Tandır İlçesi Tapu Sicil Müdürü olarak görev yapmakta iken Ağustos 2005 tarihinde emekliye ayrılan davacının, emekli maaşının kesilmesi ve pirim ödemek suretiyle tapu sicil müdürü olarak yeniden göreve başlatılması için yaptığı başvurunun reddine ilişkin 13.3.2007 günlü işlemin iptali istemiyle açılmıştır. Ankara 5. İdare Mahkemesince verilen 17.4.2009 günlü, E:2008/1240, K:2009/508 sayılı kararla; halen emekli olan davacının açıktan atanma isteminin 5335 sayılı Yasa`nın 30. maddesinin birinci fıkrası kapsamına girdiği, bu isteminin 2007 yılına ilişkin münhal kadro bulunmadığından reddedildiği, bu durumda, açıktan atama yapmak konusunda takdir yetkisine sahip olan ve bu husustaki başvuruları olumlu sonuçlandırmak yönünde yargı kararıyla işlem tesis etmeye zorlanamayacak olan idarenin, 2007 yılına ait açıktan ve naklen atama için münhal kadro bulunmadığından, davacının yeniden göreve atanma talebinin reddine yönelik dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Davacı, dava konusu işlemin hukuka aykırı olduğunu ileri sürmekte ve İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir.27.4.2005 tarihli 25798 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair 5335 Kanun`un 30. maddesinin birinci fıkrasında; “Cumhurbaşkanı tarafından atananlar, Bakanlar Kurulu kararı veya müşterek kararnameyle atanan veya görevlendirilenler, Türkiye Büyük Millet Meclisince yapılan seçimler sonucunda görev verilenler ile yükseköğretim kurumlarının öğretim üyeliklerine yapılacak atamalar hariç olmak üzere, herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan emeklilik veya yaşlılık aylığı alanlar genel bütçeye dahil dairelerin, katma bütçeli idarelerin, döner sermayelerin, kefalet sandıklarının, sosyal güvenlik kurumlarının ve bütçeden yardım alan kuruluşların kadrolarına açıktan atanamazlar. Diğer Kanunların bu fıkraya aykırı hükümleri uygulanmaz.” hükümlerine yer almıştır. Yukarıda yer verilen 5535 sayılı Kanun`nun 30. maddesinin birinci fıkrasında bazı görevlere açıktan atamalarda istisna olmak üzere, emeklilik veya yaşlılık aylığı alanların fıkrada belirtilen kurum ve kuruluşların kadrolarına açıktan atanamayacağı emredici bir hükümle vurgulanmış olup, bu duruma göre emekli aylığı almakta olan davacının emekli olmadan önceki tapu sicil müdürlüğü görevine atanması mümkün bulunmamaktadır. Bu nedenle; davacının yeniden atama istemi konusunda idarenin takdir yetkisi bulunduğu yolundaki gerekçesinde isabet bulunmamakta ise de; karar sonucu itibariyle yerindedir. Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin reddine, Ankara 5. İdare Mahkemesince verilen 17.4.2009 günlü, E:2008/1240, K:2009/508 sayılı kararın yukarıda belirtilen gerekçe ile sonuç itibariyle onanmasına temyiz giderlerinin istemde bulunan davacı üzerinde bırakılmasına 21.6.2010 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

Mekansal Planlar Yapım Yönetmeliğinde Yapılan Değişiklik

Şub15
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

 

HATIRLATMA!

 (Mekansal Planlar  Yapım Yönetmeliği)

14/06/2014 tarih ve 29030 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği’nin Gösterim (lejand) teknikleri başlığı altında yer alan 10. maddesinin 3. fıkrasındaki “Gösterim listesine ilişkin teklif niteliğinde olan, öznitelikler ve kodlamalar ile planların özelliği gereği ihtiyaç duyulacak gösterim tür ve tipi Bakanlıkça değerlendirilerek uygun görülen gösterimler, Bakanlığın internet sayfasında ilan edilir. Bakanlıkça ilan edilmeyen gösterim planlarda uygulanamaz.” hükmü uyarınca Bakanlığa iletilmiş olan talep ve teklifler değerlendirilmiştir.

Bu kapsamda 2014 yılı dönemine ait olarak Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliği’nin; “EK-1a Ortak Gösterimler, EK-1c Çevre Düzeni Planı Gösterimleri, EK-1ç Nazım İmar Planı Gösterimleri, EK-1d Uygulama İmar Planı Gösterimleri ve EK-1e Detay Kataloğu”na ekte yer alan gösterimler, açıklamaları ile birlikte ilave edildi.

Bakanlık Makamının 06/01/2015 tarihli ve 661 sayılı Olur’u ile uygun görülen; İlave Gösterimler ile İlave Detay Katoloğu için aşağıdaki linkleri tıklamanız gerekir.

EK-1a İlave Ortak Gösterimler, EK-1c İlave Çevre Düzeni Planı Gösterimler, EK-1ç İlave Nazım İmar Planı Gösterimler, EK-1d İlave Uygulama İmar Planı Gösterimler

 

EK-1e İlave Detay Kataloğu”

6363 Sayılı Kanunda Yapılan Değişiklik Hakkında

Şub11
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

10.Şubat 2016 gün ve 29620 sayılı Resmi Gazetede 6663 sayılı  Gelir Vergisi ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun yayınlandı.

Bu Kanundaki düzenlemeye göre; polislerin ek göstergeleri artırıldı. Buna göre, *polislerin maaşlarında 151 lira ile 452 lira arasında zamlanacak.

*Memurlara toplu sözleşmeden kaynaklanan bir derece artışı 15 Şubat günü maaşlarına yansıyacak. 1 derece artışı kamu görevlilerinin mali haklarını hizmet sınıfı, kadro unvan ve derecelerine göre farklı tutarlarda artıracak. Buna göre;

9’uncu dereceden 8’inci dereceye yükselen “memur” unvanlı personelin maaşı 6 lira artarken, 8’inci dereceden 7’inci dereceye yükselen “memur” unvanlı personelin maaşı 55 lira civarında artacak.

9’uncu dereceden 8’inci dereceye yükselen öğretmenin maaşı 35 lira artarken, 8’inci dereceden 7’inci dereceye yükselen öğretmenin maaşı 10 lira civarında artacak.

8’inci dereceden 7’inci dereceye yükselen mühendisin maaşı 13 lira artarken, 5’inci dereceden 4’üncü dereceye yükselen mühendisin maaşı 178 lira civarında artacak.

8’inci dereceden 7’inci dereceye yükselen hakimin maaşı 200 lira civarında artacak.

Emniyet Hizmetleri Tazminatları Arttırıldı

Resmi Gazetede dün yayımlanan 6663 sayılı kanunda yapılan düzenlemeyle,

* Emniyet hizmet sınıfında yer alan personelin Emniyet Hizmetleri Tazminatları yüzde 25 oranında artırıldı. Emniyet hizmet sınıfında yer alan personelden yüksek öğrenimli olanların ek göstergeleri de yükseltildi. Birinci derece için halen 2.200 olan ek gösterge rakamları 3.000’e çıkarıldı. Söz konusu düzenleme ile emniyet hizmetleri sınıfında yer alan personelin net maaşları kadro unvan ve derecelerine bağlı olarak 151 lira ile 452 lira arasında değişen tutarlarda arttı. Örneğin 1. derecede bulunan 1. sınıf emniyet müdürünün maaşında 452 lira, 3. derecede bulunan başkomiserin maaşında 324 lira, 1. derecede bulunan polis memurunun maaşında 301 lira ve yeni göreve başlayan polis memurunun maaşında 192 lira, çarşı ve mahalle bekçilerinin maaşlarında ise 151 lira civarında net artış meydana gelecek. Aynı yasayla muhtarların maaşlarında da artış sağlandı. Yapılan düzenlemeyle halen 1.005 lira olan muhtar ödenekleri 1.300 liraya çıkarıldı. Böylece muhtar ödeneklerinde 295 liralık yani yüzde 29 oranında artış getirildi.

Torba Kanundaki Diğer Düzenlemeleri Özetlersek;

KADINLARA doğum sonrası yarı zamanlı çalışma hakkı getiren düzenlemenin de yer aldığı 6363 sayılı Kanun dünkü Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdi. Yasanın getirdiği yeni düzenlemeler şöyle:

*Kanun, çocuğun okula başlama yaşına kadar kısmi süreli çalışma hakkı getiriyor. Çocuğu olan veya evlat edinen memur anne ve baba, çocuğun mecburi ilköğretim çağının başladığı tarihi takip eden aybaşına kadar normal çalışma süresinin yarısı kadar çalışabilecek. Yarı zamanlı çalışmada, mali haklar ile sosyal yardımlara ilişkin ödemelerin yarısı yapılacak. Fiili çalışmaya bağlı ödemeler ise devam edecek. Bu dönemdeki hizmet süreleri, derece yükselmesi ile kademe ilerlemesinde yarım olarak dikkate alınacak.

*Kadın işçiler de doğum yapmaları halinde analık izni sonrasında birinci doğumda 60 gün, ikinci doğumda 120 gün, sonraki doğumlarda ise 180 gün, günlük çalışma süresinin yarısı kadar ücretsiz izin kullanabilecek. 3 yaşını doldurmayan çocuğu evlat edinenler de bu haktan yararlanacak. Bu hükümlerden faydalanacaklar süt izninden yararlanamayacak.

*Bağ-Kur’lu emeklilerden sosyal güvenlik destek primi alınmayacak

*Liseden mezun olanlar 20 üniversiteden mezun olanlar 25 yaşına kadar gelir testi yaptırmaksızın sağlık hizmeti alacaklar.

*Emekli olduktan sonra çalışmaya başlayanların aylıklarından yapılan sosyal güvenlik destek primi kesintisi kaldırılıyor.

HATIRLATMA

Şub09
2016
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

BELEDİYE GRUPLARI İTİBARİYLE VERGİ TARİFELERİ

            Belediye Gelirleri Kanunu’nda; ilan ve reklam vergisi, eğlence vergisi, işgal harcı, tatil günlerinde çalışma ruhsatı harcı, işyeri açma izin harcı gibi bazı vergi ve harçların aşağı ve yukarı hadleri belirtilerek, bu hadler arasında kalmak kaydıyla ve mahallin çeşitli semtleri arasındaki sosyal ve ekonomik farklılıklar göz önünde tutularak alınacak vergi ya da harcın miktar ya da oranını belirlemek yetkisi aynı Kanun’un 96’ncı maddesinin “B” fıkrası ile Belediye Meclislerine verilmiş idi.Bu hüküm Anayasa Mahkemesi’nin 19 Mayıs 2012 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 2011/175 sayılı Karar’ı ile “Anayasa’nın Belediye Meclisine vergi tarifesi tespit etme yetkisi vermediği, bu yetkiyi ancak belirli hadler içinde Bakanlar Kurulu’na verdiği” gerekçesiyle Anayasa’nın 73’üncü maddesine aykırı bulunarak oybirliği ile iptal edildi. Ancak Yüce Mahkeme; Anayasa’nın 153’üncü maddesinin üçüncü fıkrasıyla 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 66’ncı maddesinin (3) numaralı fıkrası gereğince iptal hükmünün, kararın Resmî Gazetede yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesine karar verdi. Yani iptal kararı 19 Mayıs 2013 tarihinde yürürlüğe girdi. Anayasa’nın 153’üncü maddesinin dördüncü fıkrasında; “iptal kararının yürürlüğe girişinin ertelendiği durumlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi, iptal kararının ortaya çıkardığı hukuki boşluğu dolduracak kanun tasarı veya teklifini öncelikle görüşüp karara bağlar” denilmesine rağmen, 19 Mayıs 2013 tarihine kadar yeni düzenleme yetiştirilemedi.

24 Mayıs 2013 tarihinde TBMM’nde kabul edilen 6487 sayılı “Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un 16’ncı maddesi ile 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu’nun 96’ncı maddesinin (A) fıkrası “Bakanlar Kurulu, bu Kanunda en az ve en çok miktarları gösterilen vergi ve harçların tarifelerini belediye grupları itibarıyla tayin ve tespit eder.” şeklinde değiştirilerek daha önce Belediye Meclislerine verilmiş olan yetki, Anayasa’ya uygun şekilde Bakanlar Kurulu’na verilmiştir. 6487 sayılı Yasa uyarınca Bakanlar Kurulu tarafından da belediye grupları itibariyle vergi tarifeleri 18.02.2014gün ve 28917 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak, belirlemiş olmaktadır.

Onceki Sayfa ← Sonraki Sayfa →

Son Yazılar

  • Sayıştay Daire Kararları
  • İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına Dair Yönetmelik Değişikliği
  • İmar Kanunu Değişiklik Taslağı (TBMM Komisyonlarında Görüşülen..)
  • 2020 Yiyecek Yardımı Tebliği
  • Tahsilat Genel Tebliği

Son yorumlar

Görüntülenecek bir yorum yok.

Arşivler

  • Şubat 2020
  • Aralık 2019
  • Kasım 2019
  • Eylül 2019
  • Temmuz 2019
  • Haziran 2019
  • Mayıs 2019
  • Nisan 2019
  • Mart 2019
  • Ocak 2019
  • Aralık 2018
  • Kasım 2018
  • Ekim 2018
  • Eylül 2018
  • Ağustos 2018
  • Temmuz 2018
  • Haziran 2018
  • Mayıs 2018
  • Nisan 2018
  • Mart 2018
  • Şubat 2018
  • Ocak 2018
  • Aralık 2017
  • Kasım 2017
  • Ekim 2017
  • Eylül 2017
  • Ağustos 2017
  • Temmuz 2017
  • Haziran 2017
  • Mayıs 2017
  • Nisan 2017
  • Mart 2017
  • Şubat 2017
  • Ocak 2017
  • Aralık 2016
  • Kasım 2016
  • Ekim 2016
  • Ağustos 2016
  • Temmuz 2016
  • Haziran 2016
  • Mayıs 2016
  • Nisan 2016
  • Mart 2016
  • Şubat 2016
  • Ocak 2016
  • Aralık 2015
  • Kasım 2015
  • Ekim 2015
  • Eylül 2015
  • Ağustos 2015
  • Temmuz 2015
  • Haziran 2015
  • Mayıs 2015
  • Nisan 2015
  • Mart 2015
  • Şubat 2015
  • Ocak 2015
  • Aralık 2014
  • Kasım 2014
  • Ekim 2014
  • Eylül 2014
  • Ağustos 2014
  • Temmuz 2014
  • Haziran 2014
  • Mayıs 2014
  • Nisan 2014
  • Mart 2014
  • Şubat 2014
  • Ocak 2014
  • Aralık 2013
  • Kasım 2013
  • Ekim 2013
  • Eylül 2013
  • Ağustos 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012

Kategoriler

  • Duyurular
  • Güncel Mevzuat
  • Kategori Dışı
  • Makale ve Görüşler
  • Pratik Bilgiler
  • Seminerler
  • Soru / Cevap
  • Sunumlar
  • Yargı Kararları
  • Yayınlarımız