• ANASAYFA
  • HAKKIMIZDA
  • HİZMETLERİMİZ
  • SEMİNERLER
  • Mevzuat Takip Programı
  • YAYINLARIMIZ
  • Soru / Cevap
  • İLETİŞİM
Follow

Kategoride Yazılmış Yargı Kararları

Görevde Yükselme Yönetmeliğine İlişkin Danıştay Kararı

Eyl19
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

 

Danıştay İkinci Daire, Esas  : 2017/3587,Karar : 2017/8375,Tarih: 27.12.2017

 

 

 ÖZÜ: Görevde yükselme veya unvan değişikliği sınavını kazandığı halde ilan edilen kadro sayısı nedeniyle ataması yapılamayan yedek durumdaki personelin, başarı sırasına göre ilan edilen kadrolarda, 2 yıllık süre içerisinde boş kalan veya boşalan kadrolara atamalarının yapılabileceği Yönetmeliğin 22.maddesinde sayılan sebeplerle boşalmadığı açık olan bir kadroya, 30.11.2008 tarihinde yapılan sınavın üzerinden iki yıldan fazla bir süre geçtikten sonra 15.06.2012 tarihinde yapılan başvurunun reddine ilişkin dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.

                                           TÜRK MİLLETİ ADINA

Hüküm veren Danıştay İkinci Dairesince işin gereği düşünüldü: Dava, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bünyesinde bilgisayar işletmeni olarak görev yapan ve 30.11.2008 tarihinde yapılan Görevde Yükselme Sınavında başarılı olan davacının, merkez teşkilatında uygun bulunan bir şeflik kadrosuna atanma istemiyle yaptığı 12.06.2012 tarihli başvurunun reddine ilişkin 18.12.2012 tarih ve 7542 sayılı işlemin iptali istemiyle açılmıştır. Ankara 3. İdare Mahkemesince verilen 10.03.2014 günlü, E:2012/1328, K:2014/281 sayılı kararla; Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Esaslarına Dair Yönetmelik hükümleri ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü Personeli Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Yönetmeliği hükümlerine göre, görevde yükselme sınavı sonucunda kadro yetersizliği nedeniyle sınavı yedek olarak kazanan adayların sınav sonucunun, iki yıllık süreyi aşmamak üzere aynı unvanlı kadro veya pozisyonlar için yapılacak müteakip sınava kadar geçerli olduğu, burada vurgulanan iki yıllık sürenin idari işleyişe ilişkin olup, ilgili İdarenin yapılan sınavdan sonra ihtiyaç doğması halinde bir sonraki görevde yükselme sınavını iki yılı geçirmeden yapması gerektiği şeklinde anlaşılmasının gerektiği, bu haliyle yeni sınav yapılıncaya kadar sınavda ilan edilen kadrolarda boşalma olması durumunda, yedek olarak sınavı kazananlardan başarı sıralamasına göre atama yapılabileceği, aksi durumun daha yüksek puan almak suretiyle sınavı yedek olarak kazanmış ve henüz ataması yapılmamış adaylar var iken, daha alt sıralarda sınavı yedek olarak kazanan adayların atanmasına neden olacağı, olayda, şef kadrolarından boş kalan her birisi için mevcut yedeklere yeniden çağrı yapılmak ve tercihleri alınmak suretiyle en yüksek puana sahip olan adaydan başlamak üzere bir değerlendirme yapılması gerekirken, bu hususların göz ardı edilmesi suretiyle ve ayrıca davacının görevde yükselme sınavında 8. yedek sırada başarılı olması ve davalı İdarede görev yapıp 43. sırada yedek olan bir personelin tercihte bulunmasının sağlanmasına karşın davacının isteminin değerlendirilmeye alınmayarak reddine ilişkin işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir. Davalı İdarenin, dava konusu işlemin hukuka uygun olduğunu ileri sürerek yaptığı temyiz başvurusu, Danıştay İkinci Dairesinin 04.05.2017 günlü, E:2016/5765; K:2017/3741 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Davalı İdare, dava konusu işlemin hukuka uygun olduğunu ileri sürerek Danıştay İkinci Dairesinin söz konusu kararının düzeltilmesini ve Mahkeme kararının bozulmasını istemektedir. Kararın düzeltilmesi dilekçesinde öne sürülen hususlar, 2577 sayılı İdare Yargılama Usulü Kanunu’nun düzeltilmesi talep edilen kararın verildiği tarih itibarıyla yürürlükte olan 54. maddesinin 1/c fıkrasına uygun bulunduğundan karar düzeltme isteminin kabulü ile Danıştay İkinci Dairesinin 04.05.2017 günlü, E:2016/5765, K:2017/3741 sayılı kararı kaldırılarak uyuşmazlığın esası yeniden incelendi. Dava konusu işlem tarihinde yürürlükte olan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü Personeli Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Yönetmeliği’nin 22. maddesinin 2. fıkrasında “Duyurulan kadro veya pozisyonlardan; a) Atanma şartlarını taşımadıkları için sınavların geçersiz sayılması veya bu sebeple atamaların iptal edilmesi, atanılan göreve geçerli bir mazeret olmaksızın süresi içinde başlanılmaması ya da atanma hakkından vazgeçilmesi, b) Emeklilik, ölüm, memurluktan çekilme veya çıkarılma, başka unvanlı kadro veya pozisyonlara ya da başka bir kuruma naklen atanma, sebepleriyle boş kalan veya boşalanlara, görevde yükselme veya unvan değişikliği sınavı tarihinden itibaren iki yıllık süreyi aşmamak üzere aynı unvanlı kadro veya pozisyonlar için yapılacak müteakip sınava kadar, sınavı kazandıkları halde kadro yetersizliği nedeniyle ataması yapılamayan personelin başarı sırasına göre atamaları yapılabilir.” kuralına yer verilmiştir. Dosyanın incelenmesinden, davalı İdarece 30.11.2008 tarihinde şef kadrosu için yapılan görevde yükselme sınavına katılan davacının, sınavda başarılı olduğu ve yedek olarak ataması yapılacaklar arasında 8. sırada yer aldığı; atanmaya hak kazanan asil adayların atamasının yapılması sonucunda boş kalan Ardahan ili için 24.07.2009 tarih ve 7267 sayılı yazıyla, davacı ile birlikte yedek adaylara çağrı yapıldığı, davacının bu yazı üzerine herhangi bir tercihte bulunmadığı; yine 12.06.2012 tarihli başvuru dilekçesinde Erzincan ve Artvin illeri için de tarafına tercihte bulunmasının istenilmesine karşın, ailevi durumları nedeniyle anılan iller için de tercih yapılmadığının belirtildiği, davalı İdare Çocuk Hizmetleri Daire Başkanlığında şef olarak görev yapan bir kişinin,31.01.2011 tarihli işlem ile İzmir iline atanması üzerine, 24.02.2011 tarih ve 2352 sayılı yazı ile boşalan Çocuk Hizmetleri Daire Başkanlığında şef kadrosu ile Artvin ilinde boş olan kadro için, son sıradaki yedek aday olan S.K’nın tercihlerinin istenildiği; sözü edilen bu kadroya S.K’nın 04.03.2011 tarihinde atanması üzerine davacının, 12.06.2012 tarihli dilekçesiyle, kendisinden daha alt sırada bulunan 73. yedek adayın dahi Merkezde bulunan şef kadrolarından birine atandığını belirterek, Merkez Teşkilatta bulunan şef kadrolarından birine kendisinin de atamasının yapılması istemiyle başvurduğu; bu başvurunun reddi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Dava konusu işlem tarihinde yürürlükte bulunan yukarıda yazılı Yönetmeliğin 22.maddesinde, görevde yükselme veya unvan değişikliği sınavını kazandığı halde ilan edilen kadro sayısı nedeniyle ataması yapılamayan yedek durumdaki personelin, başarı sırasına göre ilan edilen kadrolarda, 2 yıllık süre içerisinde sayılan sebeplerle boş kalan veya boşalan kadrolara atamalarının yapılabileceği hususunun hüküm altına alınması karşısında, maddede sayılan sebeplerle boşalmadığı açık olan bir kadroya, 30.11.2008 tarihinde yapılan sınavın üzerinden iki yıldan fazla bir süre geçtikten sonra 15.06.2012tarihinde yapılan başvurunun reddine ilişkin dava konusu işlemde hukuka aykırılık, işlemin iptali yolundaki İdare Mahkemesi Ankara 3. İdare Mahkemesince verilen 10.03.2014 günlü, E:2012/1328, K:2014/281 sayılı kararla; Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Esaslarına Dair Yönetmelik hükümleri ile Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü Personeli Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Yönetmeliği hükümlerine göre, görevde yükselme sınavı sonucunda kadro yetersizliği nedeniyle sınavı yedek olarak kazanan adayların sınav sonucunun, iki yıllık süreyi aşmamak üzere aynı unvanlı kadro veya pozisyonlar için yapılacak müteakip sınava kadar geçerli olduğu, burada vurgulanan iki yıllık sürenin idari işleyişe ilişkin olup, ilgili İdarenin yapılan sınavdan sonra ihtiyaç doğması halinde bir sonraki görevde yükselme sınavını iki yılı geçirmeden yapması gerektiği şeklinde anlaşılmasının gerektiği, bu haliyle yeni sınav yapılıncaya kadar sınavda ilan edilen kadrolarda boşalma olması durumunda, yedek olarak sınavı kazananlardan başarı sıralamasına göre atama yapılabileceği, aksi durumun daha yüksek puan almak suretiyle sınavı yedek olarak kazanmış ve henüz ataması yapılmamış adaylar var iken, daha alt sıralarda sınavı yedek olarak kazanan adayların atanmasına neden olacağı, olayda, şef kadrolarından boş kalan her birisi için mevcut yedeklere yeniden çağrı yapılmak ve tercihleri alınmak suretiyle en yüksek puana sahip olan adaydan başlamak üzere bir değerlendirme yapılması gerekirken, bu hususların göz ardı edilmesi suretiyle ve ayrıca davacının görevde yükselme sınavında 8. yedek sırada başarılı olması ve davalı İdarede görev yapıp 43. sırada yedek olan bir personelin tercihte bulunmasının sağlanmasına karşın davacının isteminin değerlendirilmeye alınmayarak reddine ilişkin işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar verilmiştir.Davalı İdarenin, dava konusu işlemin hukuka uygun olduğunu ileri sürerek yaptığı temyiz başvurusu, Danıştay İkinci Dairesinin 04.05.2017 günlü, E:2016/5765; K:2017/3741 sayılı kararıyla reddedilmiştir. Davalı İdare, dava konusu işlemin hukuka uygun olduğunu ileri sürerek Danıştay İkinci Dairesinin söz konusu kararının düzeltilmesini ve Mahkeme kararının bozulmasını istemektedir. Kararın düzeltilmesi dilekçesinde öne sürülen hususlar, 2577 sayılı İdare Yargılama Usulü Kanunu’nun düzeltilmesi talep edilen kararın verildiği tarih itibarıyla yürürlükte olan 54. maddesinin 1/c fıkrasına uygun bulunduğundan karar düzeltme isteminin kabulü ile Danıştay İkinci Dairesinin 04.05.2017 günlü, E:2016/5765, K:2017/3741 sayılı kararı kaldırılarak uyuşmazlığın esası yeniden incelendi. Dava konusu işlem tarihinde yürürlükte olan Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü Personeli Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Yönetmeliği’nin 22. maddesinin 2. fıkrasında “Duyurulan kadro veya pozisyonlardan; a) Atanma şartlarını taşımadıkları için sınavların geçersiz sayılması veya bu sebeple atamaların iptal edilmesi, atanılan göreve geçerli bir mazeret olmaksızın süresi içinde başlanılmaması ya da atanma hakkından vazgeçilmesi, b) Emeklilik, ölüm, memurluktan çekilme veya çıkarılma, başka unvanlı kadro veya pozisyonlara ya da başka bir kuruma naklen atanma, sebepleriyle boş kalan veya boşalanlara, görevde yükselme veya unvan değişikliği sınavı tarihinden itibaren iki yıllık süreyi aşmamak üzere aynı unvanlı kadro veya pozisyonlar için yapılacak müteakip sınava kadar, sınavı kazandıkları halde kadro yetersizliği nedeniyle ataması yapılamayan personelin başarı sırasına göre atamaları yapılabilir.” kuralına yer verilmiştir. Dosyanın incelenmesinden, davalı İdarece 30.11.2008 tarihinde şef kadrosu için yapılan görevde yükselme sınavına katılan davacının, sınavda başarılı olduğu ve yedek olarak ataması yapılacaklar arasında 8. sırada yer aldığı; atanmaya hak kazanan asil adayların atamasının yapılması sonucunda boş kalan Ardahan ili için 24.07.2009 tarih ve 7267 sayılı yazıyla, davacı ile birlikte yedek adaylara çağrı yapıldığı, davacının bu yazı üzerine herhangi bir tercihte bulunmadığı; yine 12.06.2012 tarihli başvuru dilekçesinde Erzincan ve Artvin illeri için de tarafına tercihte bulunmasının istenilmesine karşın, ailevi durumları nedeniyle anılan iller için de tercih yapılmadığının belirtildiği, davalı İdare Çocuk Hizmetleri Daire Başkanlığında şef olarak görev yapan bir kişinin,31.01.2011 tarihli işlem ile İzmir iline atanması üzerine, 24.02.2011 tarih ve 2352 sayılı yazı ile boşalan Çocuk Hizmetleri Daire Başkanlığında şef kadrosu ile Artvin ilinde boş olan kadro için, son sıradaki yedek aday olan S.K’nın tercihlerinin istenildiği; sözü edilen bu kadroya S.K’nın 04.03.2011 tarihinde atanması üzerine davacının, 12.06.2012 tarihli dilekçesiyle, kendisinden daha alt sırada bulunan 73. yedek adayın dahi Merkezde bulunan şef kadrolarından birine atandığını belirterek, Merkez Teşkilatta bulunan şef kadrolarından birine kendisinin de atamasının yapılması istemiyle başvurduğu; bu başvurunun reddi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Dava konusu işlem tarihinde yürürlükte bulunan yukarıda yazılı Yönetmeliğin 22.maddesinde, görevde yükselme veya unvan değişikliği sınavını kazandığı halde ilan edilen kadro sayısı nedeniyle ataması yapılamayan yedek durumdaki personelin, başarı sırasına göre ilan edilen kadrolarda, 2 yıllık süre içerisinde sayılan sebeplerle boş kalan veya boşalan kadrolara atamalarının yapılabileceği hususunun hüküm altına alınması karşısında, maddede sayılan sebeplerle boşalmadığı açık olan bir kadroya, 30.11.2008 tarihinde yapılan sınavın üzerinden iki yıldan fazla bir süre geçtikten sonra 15.06.2012 tarihinde yapılan başvurunun reddine ilişkin dava konusu işlemde hukuka aykırılık, işlemin iptali yolundaki İdare Mahkemesi kararında ise hukuki isabet bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, davalı idarenin temyiz isteminin kabulüyle, Ankara 3. İdare Mahkemesince verilen 10.03.2014 günlü, E:2012/1328, K:2014/281 sayılı 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun temyize konu kararın verildiği tarih itibariyle yürürlükte olan haliyle 49. maddesinin 1/b fıkrası uyarınca BOZULMASINA, aynı maddenin 3622 sayılı Kanun’la değişik 3. fıkrası gereğince ve yukarıda belirtilen hususlar da gözetilerek yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın adı geçen Mahkemeye gönderilmesine, 27.12.2017 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

 

 

 

Yargıtay Kararı (Tebligat Kanunu)

Ağu13
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Yargıtay Ceza Genel Kurulu 06.11.1989-E.1989/8-268,K.1989/338

ÖZÜ: Dava vekil vasıtasıyla takip ediliyorsa usul işlemlerinin tebliği asile değil vekile (buradaki vekil kavramı müdafiyi de kapsar) yapılır. Vekil varken asil adına çıkarılan tebliğ geçersiz olup, tebliğe bağlanan hukuki sonuçları doğurmaz. Vekile yapılan tebligat asile yapılmış sayılır. İstisnası mutlak asile yapılması öngörülen tebligatlardır. (yemin isticvap gibi) vekile yapılacak tebligat vekilin adresine çıkarılmalıdır. ‘………..barosu avukatlarından’ şeklinde adres yazılı tebligat evrakı Tebligat Kanununun  9.maddesi hükmüne aykırı olduğu için bu şekilde yapılan tebligat hükümsüz olur. Tebligat Kanunun 11.maddesine göre tebligat yapılabilmesi için vekilin vekaletnamesinin bulunması şartına bağlıdır. Bu sebeple vekaleti olmayan avukata yapılacak olan tebligatın geçersizliği sonucuna kolaylıkla varılır.

Maaş Haczi Hakkında Yargıtay Kararı

Tem17
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Yargıtay 13. Hukuk Dairesi, Esas: 2014/31871,Karar: 2015/1258,Tarih: 26.01.2015

ÖZÜ : Davacı, Kredi kartı borcu nedeniyle emekli maaşı hesabına konulan blokenin kaldırılmasını istemiştir. Davacı kredi kartı üyelik sözleşmesi imzaladıktan sonra bireysel kredi sözleşmelerini imzalayarak davalı bankadan kredi kullanmıştır. Davacı tarafından imzalanan sözleşmelerde ve aynı tarihli alınan taahhütnameler ile borcun ödenmemesi halinde banka nezdinde bulunan tüm alacakları, mevduat ve hesapları üzerinde bloke, hapis, mahsup ve takas etme yetkisini davalı bankaya vermiş olup, SGK dan aldığı maaşının kesilmesine kredinin geri ödemelerinin maaşı üzerinden yapılmasına da muvafakat etmiştir. Davacı sözleşmeden dönmediğine göre borcu ne şekilde ödeyeceğini de açıklamamıştır. Bankada bu taahhüde inanarak başka teminat istemeden davacıya krediyi kullandırmıştır. Davalı banka sözleşme hükümlerine göre kesinti yapmıştır. Davacının bankadan aldığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödememesi halinde sözleşme gereğince kullandırılan kredinin teminatı olarak maaşından kesinti yapılmasını kabul etmesi ve diğer teminat öngören hükümlerin sözleşmeye konulmasına rıza göstermesinin haksız şart olarak kabulü mümkün değildir. Davacı sözleşmenin her sayfasını ayrı ayrı imzalamış olup, serbest iradesi ile sözleşme şartlarına uygun olarak kredi borcu taksitlerinin bankadan aldığı maaşından kesilmesi için talimat verdiğine göre artık sözleşmenin söz konusu hükmünün müzakere edilerek kararlaştırılmadığı söylenemez. Bankanın yaptığı işlemin sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerin dürüstlük kuralına aykırı düşecek şekilde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olduğu kabul edilemez. Davacının bankadan kullandığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödemesi zorunludur. Davacının taksitlerin maaşından ödenmesini ihtirazı kayıtsız kabul edip daha sonra dava açıp kesinti bedelini geri istemesi hakkın kötüye kullanılması olup iyi niyet kurallarıyla bağdaşmaz.

Mahkemece, blokenin kaldırılmasına, bilirkişi incelemesi sonucu fazladan kesilen 3450,62 TL.nin davacıya iadesine karar verilmiş; hüküm, davalı tarafından temyiz edilmiştir. Taraflar arasındaki uyuşmazlık; davacının kredi kartı ile bankadan kullandığı tüketici kredilerini ödememesi üzerine emekli maaşına bloke konulup konulmayacağı, ödenen bedellerin geri istenip istenemeyeceğine ilişkindir. Bilindiği üzere 17.04.2008 tarih ve 5754 sayılı yasanın 56.maddesi ile değişik 5510 sayılı yasanın 93.maddesine göre “Bu kanun gereğince sigortalılar ve hak sahiplerinin gelir, aylık ve ödenekleri, sağlık hizmeti sunucularının genel sağlık sigortası hükümlerinin uygulanması sonucu kurum nezdinde doğan alacakları, devir ve temlik edilemez. Gelir, aylık ve ödenekler 88.maddeye göre takip ve tahsili gereken alacaklar ile nafaka borçları dışında haczedilemez.” İİK.nun 83/a maddesindeki “İİK.nun 82 ve 83. maddelerinde yazılan mal ve hakların haczolunabileceğine dair önceden yapılan anlaşmalar muteber değildir” hükmüne karşın, 28.02.2009 tarihinde yürürlüğe giren 5838 Sayılı Kanunun 32.maddesi ile değişik 5510 Sayılı SGK.nun 93/1.maddesinde, “bu fıkraya göre haczi yasaklanan gelir, aylık ve ödeneklerin haczedilmesine ilişkin taleplerin, borçlunun muvafakati yok ise, icra müdürü Tarafından reddedileceği” düzenlemesine yer verilmiştir. Bu hükmün İİK.nun 83/a maddesine göre daha özel düzenleme içerdiği ve takip hukukuna göre icra takibinin kesinleşmiş olması şartıyla haciz sırasında veya hacizden sonra 5510 Sayılı Yasanın 93.maddesi kapsamındaki gelir, aylık ve ödeneklerin haczine ilişkin verilen muvafakatin geçerli olacağı, bu durumda borçlunun haciz sırasında veya haciz işleminin gerçekleşmesinden sonraki dönemde borçlu haczedilmesi mümkün olmayan mal ve haklarla ilgili olarak bu hakkından vazgeçebileceği, sözleşme hukukuna göre bu yasağın kesin olmadığı, yasanın tarafların iradesine ağırlık vererek muvafakat yoluyla emekli aylıklarına bloke konulmasına, borcun başka teminatlara başvurulmadan ödenmesine imkan sağladığı, böylece tarafların sözleşme ile belirledikleri hükmü ortadan kaldırmadığı anlaşılmaktadır. Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olaya bakıldığında; davacı az yukarıda zikredilen yasal düzenlemeler yürürlükte iken 4.2.2010 tarihli kredi kartı üyelik sözleşmesi imzaladıktan sonra sırasıyla 29.04.2010 tarihli 8000 TL, 27.01.2011 tarihli 5500 TL, 28.12.2011 tarihli 6200 TL bedelli bireysel kredi sözleşmelerini imzalayarak davalı bankadan kredi kullanmıştır. Davacı tarafından imzalanan sözleşmelerde ve aynı tarihli alınan taahhütnameler ile borcun ödenmemesi halinde banka nezdinde bulunan tüm alacakları, mevduat ve hesapları üzerinde bloke, hapis, mahsup ve takas etme yetkisini davalı bankaya vermiş olup, SGK dan aldığı maaşının kesilmesine kredinin geri ödemelerinin maaşı üzerinden yapılmasına da muvafakat etmiştir. Davacı sözleşmeden dönmediğine göre borcu ne şekilde ödeyeceğini de açıklamamıştır. Bankada bu taahhüde inanarak başka teminat istemeden davacıya krediyi kullandırmıştır. Davalı banka sözleşme hükümlerine göre kesinti yapmıştır. Hemen belirtilmelidir ki davacının bankadan aldığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödememesi halinde sözleşme gereğince kullandırılan kredinin teminatı olarak maaşından kesinti yapılmasını kabul etmesi ve diğer teminat öngören hükümlerin sözleşmeye konulmasına rıza göstermesinin haksız şart olarak kabulü mümkün değildir. Zira davacı yürürlükteki bu Yasaları bilerek sözleşmenin her sayfasını ayrı ayrı imzalamış olup, serbest iradesi ile sözleşme şartlarına uygun olarak kredi borcu taksitlerinin bankadan aldığı maaşından kesilmesi için talimat verdiğine göre artık sözleşmenin söz konusu hükmünün müzakere edilerek kararlaştırılmadığı söylenemez. Ayrıca bankanın yaptığı işlemin sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerin dürüstlük kuralına aykırı düşecek şekilde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olduğu kabul edilemez. Davacının bankadan kullandığı kredi borcunu sözleşme şartlarına uygun olarak ödemesi zorunludur.. Davacının taksitlerin maaşından ödenmesini ihtirazı kayıtsız kabul edip daha sonra dava açıp kesinti bedelini geri istemesi hakkın kötüye kullanılması olup iyiniyet kurallarıyla bağdaşmaz.(TMK m.2) Tüketici haklı bir sebep olmadan sözleşmeyi tek taraflı feshedemez, ifası yapılmış bedellerin iadesini isteyemez, bu şekilde edimin tek taraflı geri istenmesi de hukuken himaye göremez. Aksi halde; kredi isteyen kişinin mali durumu ve maaş gelirine göre borcunun ödenebileceği güvencesiyle kredi veren bankanın alacağının imkansızlaşması, kötü niyetli bir kredi borçlusunun borcunu hiç ödememesi gibi bir sonuç doğacaktır. Hal böyle olunca mahkemece uyuşmazlığın sözleşmeye bağlılık, ahde vefa ilkesi ve tarafları bağlayan sözleşme hükümleri çerçevesinde çözümlenmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi usul ve yasaya aykırı olup bozmayı gerektirir.

SONUÇ : Yukarıda izah edilen sebeplerle davalının temyiz isteğinin kabulüne hükmün davalı yararına BOZULMASINA, peşin alınan 25,20 TL harcın istek halinde iadesine, 26.01.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi.

 

 

ANAYASA MAHKEMESİNİN “ÖZEL HAYATIN İHLALİ” KARARI

May07
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

ANAYASA MAHKEMESİNİN “ÖZEL HAYATIN İHLALİ” KARARI

Anayasa Mahkemesinin 1/2/2018 Tarihli ve 2014/4686 Başvuru Numarası üzerine aldığı Genel Kurul kararında; su kaynağına arıtım yapılmaksızın kanalizasyon suyu dökülmesinin “özel hayata ve aile hayatına saygı hakkının ihlali” olduğu açıklaması yer aldı. Kararın emsal niteliğinde olduğu belirtiliyor.

Kars’taki bir başvuruyu değerlendiren Anayasa Mahkemesi (AYM) su kaynağının kirletilmesinin “hak ihlali” olduğuna karar verdi.Porsuklu Köyü’nde yaşayan 3 vatandaş, köyün tek içme su kaynağı olan Susuz Çayı’na arıtım yapılmaksızın kanalizasyon suyu döküldüğü gerekçesiyle Anayasa Mahkemesine başvurdu.

Başvuruyu kabul eden AYM, suyun kirletilmesini anayasadaki “özel hayata ve aile hayatına saygı hakkının ihlali” olduğuna karar verdi. Yüksek Mahkeme, Erzurum 1. İdare Mahkemesi’nce yeniden yargılama yapılarak davacı köylülere manevi tazminat ödenmesini de istedi. Bu tip çevre davaları açısından AYM Genel Kurulu kararı örnek içtihat niteliği taşıyor. 4 Mayıs 2018 günlü Resmi Gazetede yayımlanan Anayasa Mahkemesi kararında, akarsuyun temizlenmesi için geleceğe dönük tedbirlerin uygulanacak ve arıtma tesisi kurulacak olmasının somut başvuruda mevcut durum itibarıyla davacıların mağdur sıfatını ve manevi zararlarının telafisinin gerekliliğini ortadan kaldırmadığı vurgulandı. Anayasa Mahkemesi kararında, Kars Valiliği ve mahkemelerin Susuz Belediyesi’nce, çaya arıtma yapılmaksızın kanalizasyon bağlanmasından kaynaklı çevresel tehlikelerin tespit edildiğine dikkat çekildi. AYM kararında özetle şöyle denildi:

ÖZEL HAYATA VE AİLE HAYATINA SAYGI

“Somut olayda Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan özel hayata ve aile hayatına saygı hakkı çerçevesinde kişilerin sağlığını olumsuz olarak etkileme tehlikesi oluşturacak şekilde kanalizasyon suyunun arıtılmadan akarsuya salınmaması yükümlülüğünün bulunduğu açıktır. Bunun nasıl yapılacağı ve hangi tedbirlerin alınacağı hususu kamu otoritelerinin takdirinde olmakla birlikte hakkın ihlaline yol açılmaması için tedbirlerin süratle, makul ve uygun bir yöntemle uygulanması da zorunludur.”

ARITMA TESİSİ YAPILMADI

Atık su arıtma tesisi yapılması için verilen on yıllık süre dolmuştur. 2014’te sonuçlanan davada derece mahkemelerince şikayet edilen çevre kirliliğinin önlenmesini sağlayacak arıtma tesisinin yapılmadığı tespit edilmiş olup idarece 2017’de düzenlenen Çevre Durum Raporu’na göre aradan geçen süreye rağmen bu tesisin faaliyete geçirilmediği anlaşılmaktadır.”

YARGITAY İ.B.G.K KARARI-KIYI KENAR ÇİZGİSİ

Nis11
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

YARGITAY İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME BGK 1996/5 E, 1997/3 K. 28.01.1997 T.

[ Mülkiyet yönünden kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi görevi adli yargıya aittir.]

Özü: Kural olarak mülkiyet hukuku yönünden kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi görevi adli yargıya aittir. ancak, 3621 sayılı Kanun’un 9.maddesi gereğince idare tarafından kıyı kenar çizgisi belirlenmiş ve yazılı bildirime rağmen yasal süresinde idari yargıya başvurulmaması nedeniyle yargı yolunun kapanmış olması veya idari yargı tarafından verilip kesinleşmiş karar bulunması durumlarında, bunlara uygun şekilde kıyı kenar çizgisinin saptanması gerekir.

 I. İÇTİHADI BİRLEŞTİRME İSTEMİ : Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi Üyesi Cemil Çetiner 26.5.1993 ve Anamur Kadastro Hakimi Rahime Akar 31.1.1995 günlü başvurularıyla; 3621 sayılı Kıyı Kanunu uyarınca kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi konusunda 1, 7, 8, 14 ve 17. Hukuk Daire’lerinin kararları arasında aykırılık bulunduğunu ileri sürerek, bu aykırılığın inançları birleştirme yoluyla giderilmesini istemişlerdir. Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulu’nun 7.11.1996 gün ve 79 sayılı kararıyla; kıyı kenar çizgisinin belirlenmesine ilişkin olarak Birinci, Yedinci, Sekizinci, Ondördüncü, Onaltıncı, Onyedinci ve Yirminci Hukuk Dairelerinin kararları arasında, mevcut ve devam eden açık bir aykırılık bulunduğu belirlenerek bu aykırılığın Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunda giderilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Yargıtay Kanununun 45. maddesi uyarınca, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulu’nda; kararlar arasında içtihat aykırılığının varlığı ilk oturumda oybirliği ile kabul edilerek, işin esasının görüşülmesine geçilmiştir.

 II. İÇTİHADI BİRLEŞTİRMEYE KONU OLAN KARARLAR: Yargıtay Birinci Hukuk Dairesi 27.2.1992 günlü, 13615-2294 sayılı ilamında; 3621 sayılı Kanun gereği idari işleme dayalı kıyı kenar çizgisinin varlığı halinde, uyuşmazlığın buna göre aksi halde, sözü edilen Yasanın 5.maddesinin komisyona zorunluluk yüklemesi nedeniyle, davacıya, Valiliğe başvurmak üzere önel verilmesi ve verilecek bu önel uyarınca yapılacak tesbit sonucuna göre çözümlenmesi gerektiğini hükme bağlamış, 14.Hukuk Dairesi de 11.7.1991 günlü, 501-671 sayılı ilamında yukarıda belirtilen görüşü aynen benimsemiştir. Yedinci Hukuk Dairesi 26.1.1993 günlü, 1990/5847 E., 1993/469 K. sayılı ilamında; Birinci ve Ondördüncü Hukuk Dairelerinin görüşleri doğrultusunda sonuca ulaşmıştır. Bunlara karşın Sekizinci Hukuk Dairesi, 14.12.1992 günlü, 17095-16240 sayılı kararında; 3621 sayılı Yasa uyarınca, belirlenen kıyı kenar çizgisinin mülkiyet uyuşmazlıklarında, adli mahkemeleri bağlamayacağını, bu çizginin 13.3.1972 günlü, 7/4 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile 3621 sayılı Kıyı Kanunundaki esaslara göre adli mahkemelerce belirlenmesi gerektiğini kabul etmiştir. Onaltıncı Hukuk Dairesi, 22.1.1996 günlü 501-6714 sayılı, Onyedinci Hukuk Dairesi, 23.12.1993 günlü, 10202-14860 sayılı, Yirminci Hukuk Dairesi ise 5.7.1994 günlü 1993/2427 Esas, 1994/9004 sayılı ilamlarında, idarece yapılmış ve kesinleşmiş kıyı kenar çizgisinin bulunmaması hali dışında Sekizinci Hukuk Dairesinin görüşü doğrultusunda hüküm kurmuşlardır.Sorunun çözüme kavuşturulması için, öncelikle; kıyı kenar çizgisinin tanım ve işlevinin, 3621 sayılı Yasanın kıyılara ilişkin getirdiği hukuki düzenlemenin içerik ve kapsamının, özellikle 9. maddenin amaç ve fonksiyonunun, kıyılara yönelik mülkiyet uyuşmazlıklarının çözümündeki kuralların açıklıkla ortaya konması gerekir.

 III. İÇTİHADI BİRLEŞTİRMENİN KONUSU:3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun 9.maddesi gereğince idare tarafından belirlenen kıyı kenar çizgisinin adli yargı yönünden bağlayıcı olup olmadığına ilişkindir.

 IV KIYI KENAR ÇİZGİSİ; TANIMI, HUKUKİ ÖZELLİKLERİ VE ANAYASAL KONUMU:

 a) Tanım ve tarihsel gelişimi: 3621 sayılı Yasanın 4. maddesinde belirlendiği biçimde, kıyı kenar çizgisi, kıyı çizgisinden sonraki kara yönünde, su hareketlerinin oluşturduğu kumluk, çakıllık, kayalık, sazlık, bataklık ve benzeri alanların doğal sınırı olarak tanımlanmıştır. Kıyı çizgisi ise, suyun karaya değdiği noktalardan oluşan, bir yönü su, diğer yönü kara olan, tek boyutlu bir çizgidir. Kıyı da, kıyı çizgisi ile kıyı kenar çizgisi arasında kalan alanı belirler. Şu duruma göre, kıyı kenar çizgisi kıyı denilen alanı doğrudan belirleyen bir kavram olarak karşımıza çıkar. Gösterdiği özellikler nedeniyle değişik ekonomik kullanımlara; ulaşım, sanayi, kentleşme ve dinlenme gibi kullanım gereksinmelerini karşıladığından kıyı,” kaynak” niteliğindedir. Ancak, bir üretim sonucu elde edilmeyip doğrudan doğruya doğanın bir eseri olması onu “doğal kaynak” veya “servet” durumuna sokar. Değişik ekonomik kullanım gereksinmelerine cevap vermesi, onun tek değil, fakat çok yönlü bir “doğal kaynak” olduğunu gösterir. Ne var ki, çok yönlü kaynak olmakla birlikte, miktarının arttırılamaması onu kıt kaynak biçimine sokar. Günümüzde sosyal-ekonomik ve teknolojik gelişim sonucu çeşitli kullanım isteklerinin doğması ve artması kıt kaynak konumunda bulunan kıyının hukuksal yapısı ve kullanımı yönünden ciddi tartışmalara neden olmuştur. Hukuksal kıyı kavramına yaklaşım; “su hareketi” ve “su hareketinin ürünü” olmak üzere iki açıdan gerçekleşmiştir. Yargıtay Büyük Genel Kurulu 13.3.1972 günlü, E.1970/7 K.1972/4 sayılı İçtihatları Birleştirme Kararında; aynen Roma Hukukunda olduğu gibi, kıyıyı su hareketini esas olarak tanımlamasına karşın, diğer kararlarında: Su hareketinin ürünü olarak ele almış ve tanımlamıştır. 4.4.1990 günlü, 3621 sayılı Kıyı Kanununun getirdiği tanımlarla bu yönde herhangi bir sorun kalmamıştır.

b) Kıyının Hukuksal Özellikleri: Tarihsel gelişimi içinde, kıyının iki hukuki özelliğinin tüm düzenlemelerde esas alındığını görmekteyiz. Gerçekten kıyının bir yandan doğal niteliği itibariyle herkesin kullanımına açık, öte yandan da bu özel niteliği nedeniyle özel mülkiyet alanı dışında kaldığı kabul edilmiştir. Yargıtay; yukarıda sözü edilen İnançları Birleştirme Kararında; “Tamamen bir ülkenin sınırları içerisinde kalan denizlerle, kara suları o devletin hükümranlık sahasına girdiklerinden menfaati umuma aittir. Medeni Kanunun 641. maddesi uyarınca, menfaati umuma ait olan mallar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır, kimsenin mülkü değildir. Kıyılar, ister kumluk, çakıllık, ister taşlık, kayalık olsun denizlerin temadisi olup ondan ayrılması mümkün değildir” demek suretiyle kıyının denize bağımlı ve doğal niteliği gereği özel mülkiyete konu olamayacağını belirtmiştir. Böylece, kıyı denizin hukuki düzenine bağlı tutulmuş sahipsiz şey olma özelliğinin, kültüre elverişsizlik yanında, denize bağımlı olmasından ileri geldiği kabul edilmiştir. Kıyı herhangi bir tahsis işlemine gerek olmaksızın doğrudan doğruya doğal yapısından ötürü herkesin serbestçe yararlanmasına sunulmuş sahipsiz kamu malıdır. Bunun sonucu; kıyının devir ve ferağ edilmesi, zamanaşımı yoluyla mülkiyetinin kazanılması, tapu sicili hükümlerine bağlı bulunması, haczedilmesi mümkün değildir.

 c) Kıyının Anayasal Düzeni: 1982 Anayasası, 1961 Anayasasından farklı olarak, “Kıyı”yı 43. madde olarak ayrı bir bölümde düzenlemiştir. Önceki Anayasal sistemde tabii; kaynak ve servetlere ilişkin genel bir düzenleme içinde yer alan “kıyı” bu kere, bağımsız ayrı maddede ortaya konmuştur. 1982 Anayasasının kamu malları açısından belirlediği, kıyı rejimi; MK.’nun 641. maddesinde öngörülen sahipsiz kamu mallarının tabi olduğu hukuksal statünün, 1961 Anayasasının tabii servet ve kaynaklar için kabul ettiği sistemle karışımı sonucu ortaya çıkmıştır. Kuşkusuz, Yargıtay’ın yukarıda anılan İnançları Birleştirme konusunda ortaya konulan temel ilkeler Anayasal kıyı rejiminin oluşunda en büyük etken olmuştur.1982 Anayasası, “kıyı” yı sahipsiz doğal nitelikli ve herkese açık bir kamu malı olarak ortaya koyarken bu alanda yer alan diğer kamu mallarında da farklı düzende görmüştür. Gerçekten Anayasa, 168. maddesinde tabii servet ve kaynakların Devletin hüküm ve tasarrufunda olduğunu belirledikten sonra, bunların arama ve işletme hakkının da Devlete ait olduğunu kabul etmiş, ancak gereğinde bu hakkın özel kişilere devredebileceğini öngörmüştür. Kıyılarda ise böyle bir durum söz konusu değildir. Aynı biçimde, kamu malları arasında çok önemli yer tutan ve Anayasanın 169. maddesinde “kıyı” ya benzer bir sistemle belirlenen “ormanlar” Devletçe yönetilip, işletilmekte ve özel mülkiyet dışında tutulmaktadır. Ne var ki, kamu yararının gerektiği durumlarda, bu yerler irtifak hakkına konu olabildikleri gibi, orman rejimi dışına çıkarılabilmektedirler. Oysa, “kıyı” yönünden bu tür bir uygulama kesinlikle düşünülmemiştir. 1961 ve 1982 Anayasaları kamu malları yönünden kabul ettikleri kimi esaslarla, sosyal içerikli mülkiyet kavramına yer vermişlerdir. Devletin hüküm ve tasarrufu altında görülen ve diğer sahipsiz kamu mallarından farklı olan kıyılar, bu tür bir mülkiyet içerisinde yer alır. Anayasa 43. maddesinin ilk bendinde kıyının kamu malları içerisindeki yeri ve hukuksal konumunu belirledikten sonra, ikinci bendinde; kıyı ve sahil şeritlerinden yararlanmada önceliğin kamuya ait olduğunu, ilke olarak kabul etmiştir. Bu ilke ile; herkesin mutlak bir eşitlik ve serbestlik çerçevesinde kıyılardan yararlanma hakkı olduğu açıklanmak istenmiştir. Kısaca, kıyıdan yararlanma sosyal ve ekonomik bir hak olarak öngörülmüştür. Nihayet Anayasa, sözü edilen maddeleriyle; toplumun, kıyı ve sahil şeritlerinden, yararlanma imkan ve koşullarının saptanması görevini de yasa koyucuya vermiş ve soyut ilkelerin yaşama geçirilmesini, Devletin bu alanda yapmakla zorunlu olduğu görevlerini ortaya koyarak, kıyı rejiminin sınırlarını belirlemiştir.

 V. KIYI KENAR ÇİZGİSİNİN İŞLEVİ

Kıyı kenar çizgisini, adından esinlenerek sadece, kıyılara ilişkin bir rol üstlendiğini kabul etmek son derece yanlıştır. Gerçekten bu çizginin, kıyıların hukuksal rejimini ortaya koyması ve yukarıda özellikleri açıklanan alanların, belirlenmesi açısından işlev ve önemi çok açıktır. Ne varki, bu çizgi, bir taraftan sahipsiz mal niteliğindeki kıyı alanlarının rejimini belirlerken, öte yandan özel mülkiyet konusu, taşınmazların sınırını da çizmektedir. Bu yönden soruna yaklaşıldığında, sözü edilen çizgi özel mülkiyet rejimi alanında da bir işlev görmektedir. Kıyı kenar çizgisinin, fonksiyonu bununla da bitmemekte, kimi durumlarda Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki araziler ile mer’a, yaylak, kışlak gibi kamu orta mallarının sınırını da belirlemektedir. Kıyının diğer sahipsiz kamu mallarıyla farkı gözetildiğinde, bu sorunun da önemi gözardı edilemez. Yukarıda açıklandığı üzere, kıyı, su hareketlerinin oluşturduğu, kayalık, kumluk, sazlık, bataklık, çakıllık gibi alanlar olup, üzerinde kamunun öncelik ve yararlanması dışında hiçbir tasarrufun yapılamadığı kendine özgü Anayasal rejimleri olan kamu mallarıdır. Oysa diğer sahipsiz kamu malları, ormanlar dahil, irtifak hakkına veya kimi durum ve koşullarda mülkiyete konu olabilmektedirler. 2634 sayılı Turizm Teşvik Yasasının 8. maddesi ile, Kadastro Kanununun 17. maddesi bu yönden gösterilecek örneklerdir.Şu duruma göre kıyı kenar çizgisinin üç temel işlevi üstlendiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu çizgi bir yandan kıyının kara yönünden sona erdiğini gösterirken, diğer yanda özel mülkiyete konu arazinin, bazı durumlarda da kamu orta mallarının, deniz yönünden sınırını oluşturmaktadır. Kıyı alanının, hemen nihayetinde özel mülkiyete konu olan bir arazinin yer alması halinde, kıyı kenar çizgisi, kıyı alanını belirtme yanında, özel mülkiyet rejiminin başlama sınırını da gösterir. Kıyıya ilişkin hukuksal çekişmeler, genellikle özel mülkiyet açısından ortaya çıktığından, öğreti ve hukuksal uygulama, kıyı kenar çizgisinin saptanması sorununu daima özel mülkiyetle bağlantılı olarak ele almıştır. Bu bağlamda denilebilir ki; kıyı kenar çizgisi aralarında hukuksal açıdan önemli fark ve ayrılık bulunan üç taşınmaz mal rejimini belirlemesi yönünden önemli bir işleve sahiptir. Bu çizginin sağlıklı bir şekilde ortaya konabilmesi ile bir yandan kıyılardan beklenilen fonksiyonlar yerine getirilebilecek ve Anayasal kıyı rejimi kurulabilecek, öte yandan özel mülkiyete ilişkin haklar korunup, yasal teminat altına alınacaktır. Nihayet ormanlar ve diğer sahipsiz, kamu malları rejimine tabi malların, kendi hukuksal düzenleri belirlenecek ve böylece bu alanlarda var olan hukuksal karmaşa önlenecektir.

 VI. 3621 SAYILI KANUN’UN KIYILAR YÖNÜNDEN GETİRDİĞİ DÜZENLEME

Anayasal bir hak olarak ortaya çıkan kıyılardan, yararlanma imkân ve koşullarının gösterilmesi amacıyla bir yasa çıkarılması, zorunlu hale gelmiş ve 3621 sayılı Yasa bu amaçla getirilmiştir. Yasanın bu işlevi “Amaç” başlıklı birinci ve “kapsam” başlıklı ikinci maddelerinde açıkça ortaya konmuştur. Sözü edilen birinci madde aynen “Bu kanun, deniz, tabii ve suni göl ve akarsu kıyıları ile bu yerlerin etkisinde olan ve devamı niteliğinde bulunan sahil şeritlerinin doğal ve kültürel özelliklerini gözeterek koruma ve toplum yararlanmasına açık, kamu yararına kullanma esaslarını tespit etmek amacıyla düzenlenmiştir” dedikten sonra, ikinci madde belirtilen amaca paralel biçimde Yasanın kapsamını göstermiş ve aynen “Bu kanun, deniz, tabii ve suni göller ve akarsu kıyıları ile deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerine ait düzenlemeleri ve bu yerlerden kamu yararına yararlanma imkan ve şartlarına ait esasları kapsar” kuralına yer vermiştir. Nitekim; Yasanın ilk beş maddesi genel hüküm ve esasları göstermiş, kalan maddelerde ise, kıyının korunması, yapı yasağı, planlama, yapılanım, doldurma ve kurutma yoluyla arazi kazanılması, kıyı kenar çizgisinin tespiti, kontrol, imar ve yasanın hükümlerine aykırı davranışlara uygulanacak cezai hükümlere yer vermiştir. Denilebilir ki; Yasa, bütünüyle değerlendirildiğinde; kıyıların kamuya açık tutulması ve bu yerlerden toplumun genellik, eşitlik ve serbestlik ilkelerine uygun faydalanmasını sağlama yönünden; idareye görevler yüklemiş, bu alanda yapılacak işler gösterilmiş ve kıyıya ilişkin tanım ve hukuki esaslar, Anayasal doğrultuda ortaya konmuştur. Bu konuda hemen belirtelim ki kıyılarda, mülkiyet yönünden ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümü ve kıyı Kadastro yönünden herhangi bir hükme yer vermemiştir. Kıyının kamuya açık tutulabilmesi ve yasanın bu alanda idareye verdiği görevlerin yerine getirilebilmesi ve kıyıda planlama ve uygulamanın yürütülebilmesi için öncelikle; kıyıya ilişkin bir tespitin yapılması zorunludur. Bu nedenle idarenin kendi açısından kıyı kenar çizgisini belirlemesi gerekir. İşte Yasa koyucu uyuşmazlık konusu 9. maddeyle, salt, bu amaçla sınırlı olmak üzere Valiliğe kıyı kenar çizgisini kamu görevlilerinden oluşan beş kişilik bir komisyon aracılığıyla belirleme yönünden bir görev vermiştir. Nitekim, Yasanın 5/4. maddesi bu durumu aynen: “Kıyıda ve sahil şeridinde planlama ve uygulama yapılabilmesi için kıyı kenar çizgisinin tespiti zorunludur” biçiminde ortaya koymuştur. İlgili Bakanlığın onayından sonra yürürlüğe girecek olan bu belirleme; organik ve fonksiyonel yönden İdari olması, kamu hukuku kurallarına göre tesis edilmesi, tek yönlü bulunması, doğrudan uygulanabilmesi ve hukuki bir değer taşıması nedeniyle bir idari işlem niteliğindedir. Bu işlem, planlama, uygulama, imar, yıkım, ruhsat ve iskan gibi idari işlere esas alınabilse de, mülkiyet ve zilyedlik gibi taşınmazlarda hakkın özüne ilişkin Kadastro Yasalarında öngörüldüğü türden bir saptama yapmamaktadır. Esasen, belirleme komisyonunun oluşum ve niteliği, çalışma yöntemi de böyle bir sonuç çıkarılmasına elverişli bulunmamaktadır.

 VII. KIYIYA İLİŞKİN MÜLKİYET HUKUKU YÖNÜNDEN ÇIKACAK UYUŞMAZLIKLARIN ÇÖZÜMÜ VE 3621 SAYILI YASANIN 9. MADDESİNİN ETKİ ALANI

Kıyının da içerisinde yer aldığı sahipsiz kamu mallarına ilişkin temel düzenleme; MK’NUN 641. Maddesinde yer almıştır. Yine, sözü edilen Kanunun ortaya koyduğu esas ve ilkeler gözetilerek, tapu sicilini oluşturmak amacıyla, taşınmaz malların sınırlarını arazi ve harita üzerinde belirterek, hukuki durumlarının saptanmasını öngören Kadastro Kanununu ile kıyılar dahil sahipsiz kamu mallarının hukuki konumuna yönelik düzenlemeler yapılmıştır. 3621 sayılı Yasa ise yasada belirtilen işleviyle kıyıya ilişkin genel kavramları belirlemiş ve sadece idarenin görevlerini ortaya koymuştur. Mülkiyet Hukuku yönünden, kıyılara ilişkin uyuşmazlıkların yukarıda sözü edilen yasaların koyduğu ilke ve esaslar dahilinde, Adli Yargı yerlerinde çözümlenmesinde kuşku ve duraksamaya yer olmamalıdır. Adli Mahkemelerin oluşumuna ilişkin, 8.4.1924 günlü, 469 sayılı yasa ve HUMK’NUN getirdiği esaslar, nihayet kadastral işlemlerin söz konusu olduğu durumlarda 3402 sayılı Kadastro Kanunu hükümleri, bu yönde adli yargıca uygulanacak kuralları belirlemişlerdir. Buna göre, kıyılar dahil taşınmaz mallarda Mülkiyet Hukukuna yönelik, hakkın özünü ilgilendiren uyuşmazlıkların çözümü adli yargının görev alanı içerisinde kalmaktadır. Esasen, kamu mal rejimi ile özel mal rejimi birbirinin karşıtı kavramlardır. Bir mal rejiminin bittiği yerde diğeri başlar. Bu nedenle, tüm mallara ilişkin sistem MK. ve Kadastro Kanununda birlikte düzenlenmiş ve buna bağlı olarak Ormanlar dahil, Kamu mallarında ortaya çıkan ve ayni haklara ilişkin tüm uyuşmazlıkların çözümünün adli yargının görev alanına bırakılmıştır. Adli Yargı yerlerinin bu yetkisi temel bir yetki olarak bugüne kadar süregelmiş ve bu yetkiyi ortadan kaldıracak ne bir yasal girişimde bulunulmuş ne de düzenleme getirilmiştir.3621 sayılı Yasa’nın 9.maddesiyle getirilen düzenlemenin, kendisinden önce oluşturulmuş bulunan, kıyılara yönelik sistemi ortadan kaldırıp kıyılara yönelik yeni bir “Kıyı Kadastro” sistemi öngördüğü; böylece, Kadastro Mahkemeleri ile diğer Adli Yargı yerlerinin görevlerine son verdiği şeklinde bir olgu hiçbir suretle kabul edilemez. Gerçekten, ne 3621 sayılı Yasanın maddelerinde, ne ilgili Yasa Tasarısında, ne Tasarının Büyük Millet Meclisince yapılan görüşmelerinde, ne de 3621 sayılı Yasanın kimi maddelerinin iptali yönünde açılan davaya ilişkin Anayasa Mahkemesinin 18.9.1991 günlü, 1990/23 E, 1991/29 K. sayılı kararında, 3621 sayılı Yasa ile; kıyıların konu olduğu mülkiyet ve zilyedliğe ilişkin uyuşmazlıklarda, yeni bir yöntem veya Kadastro sistemi, getirildiği ve mevcut yargısal sistemin değiştirildiğine veya ortadan kaldırıldığına ilişkin ne bir ibare ve nede bir kural yer almamaktadır. Aksine, 3621 sayılı Yasanın amaç ve kapsamını ortaya koyan maddeleri ile 9.maddenin dayanağını açıklayan 5. maddede belirlemenin sınırı açıkça ortaya konmuştur. Dahası 9.maddenin getirdiği düzenlemede;

a) Kıyı kenar çizgisine yönelik bu belirlemenin, yeni bir” Kıyı Kadastrosu” biçiminde algılanmasına ilişkin hiçbir hüküm yer almamış,

b) Belirleme Komisyonunun oluşumunda; mülkiyet ve zilyedlik konularında çıkacak uyuşmazlıklarda bilgisine başvurulacak hukukçu veya uzman kişiye, arazinin mevkii, konum ve sınırlarını bilebilecek mahalli bilirkişiler ile yerel yönetim temsilcilerine yer verilmemiş,

c) Kıyıya sınır bulunan arazi sahiplerine, komisyon çalışmalarında dikkate alınacak, kayıt, belge, tapu ve diğer kanıtlarının ibraz edebilme imkanı tanınmamış,

d) Kıyının yer aldığı, köy ve beldelerde, belirleme işleminin yapılacağına dair ilan ve duyumlara gerek görülmemiş,

e) Kişilerin mülkiyet ve ayni haklarına ilişkin gerek komisyon nezdinde, gerekse komisyon kararı sonrası ne gibi işlem yapacakları ve haklarını nasıl arayacakları konusunda bir düzenleme öngörülmemiş,

f) Komisyon kararlarının tebliğ ve ilanı yolunda bir kural kabul edilmemiş,

g) Kıyıların bitişik olduğu diğer sahipsiz kamu malları ve özellikle Ormanlar yönünden, belirlemenin hangi temsilcilerle ve hangi esaslara göre yapılacağı yolunda bir hüküm yer almamış,

g) Belirlemeye ilişkin uyuşmazlıkların Adli Yargı yerlerinden çekilip, İdari Yargı alanına kaydırıldığı ve bu alanda genel Mahkemeler ile Kadastro Mahkemelerinin görevlerinin sona erdiği, devam eden uyuşmazlıkların akibetinin ne olacağı ve kesinleşen Kadastro tespitlerinin bağlayıcılığı yönünde ve bunlara benzer konularda hiç bir kural yer almamıştır.İdare tarafından saptanan kıyı kenar çizgisi imar planlaması ve uygulamasına yönelik ve onunla sınırlı bir çizgidir. Bu çizginin mülkiyet hakkının tespitine ilişkin olduğuna dair kanunda açık ve kapalı bir hüküm bulunmamaktadır. Öte yandan idare tarafından kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi işlemi kadastrosu yapılmayan bölgelerde yapılabildiği gibi, kadastrosu tamamlanan ve kesinleşen yerlerde de yapılabilir. Bir yerde iki kez kadastro yapılamaz (Kadastro Kanunu md.22). Kadastro kesinleşmiş ve buna bağlı olarak tapu sicilleri oluşmuş ise; idare tarafından daha sonraki tarihte belirlenen kıyı kenar çizgisi imar hukuku yönünden anlam ve değer taşır. İdari işlemle mülkiyet hakkı ortadan kaldırılamaz. Ancak, Anayasa’nın 35 ve 43. maddeleri gereğince toplumun kıyılardan yararlanması ve bu nedenle mülkiyet hakkının kısıtlanması mümkün olabilir. 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 31. maddesi gereğince hakim kararı olmadıkça tapu sicilinde değişiklik yapılamaz. Yine, Anayasanın 142. maddesi Mahkemelerin kuruluş ve görevlerinin yasalarca düzenleneceğini öngörmüş ve 36/2. maddesinde ise hiç bir mahkemenin görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamayacağını hükme bağlamıştır. Bu durumda; kıyılara ilişkin sistem ve uyuşmazlıklarının çözümü yönünden görevli mahkemeler yasalarca açıkça belirlenmişken, idarenin tek yanlı ve çok sınırlı bir tespit işleminden hareketle ve yorum yoluyla tüm sistemi ters yüz etmek, Anayasal sistemle bağdaşmaz.

 VIII. DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Mülkiyet hukukundan kaynaklanan tüm, uyuşmazlıkları çözümlemek görevi adli yargıya aittir. 3621 sayılı Yasa kıyı kenar çizgisi yönünden adli yargı yerinin bu görevini kısıtlamamış, daraltmamış ve ortadan kaldırmamıştır. Genişletici yorum yoluyla idari yargıda dava konusu olabilecek olan ve tartışılabilir niteliği bulunan idari işlemin adli yargıyı bağlayacağını kabul, kanun koyucunun amacına uygun değildir. Zira, taraflara tebliğ olunmayan, ilan edilmeyen ve ilgililere dava açma olanağı vermeyen bir idari tasarrufla, Anayasa’nın 35.maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkının ortadan kaldırılması kabul edilemez. Kıyı kenar çizgisinin belirlenmesine ilişkin idari işlemeler adli yargı yönünden kural olarak takdiri delil niteliğinde olup, bağlayıcı özelliği bulunmamaktadır. Ancak, kıyı kenar çizgisinin belirlenmesine ilişkin idari işlem ilgili tarafa usulen yazılı olarak Anayasa’nın 125/3 ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7.maddeleri uyarınca tebliğ edilmiş ve yasal süresi içinde idari işleme karşı dava açılmamış ve idari yargı yolu kapanmış ise idari işlem o kişi veya kurum yönünden bağlayıcı nitelik kazanır. Yazılı bildirime rağmen idari yargıya başvurmayan ve yargı hakkını kullanmayan gerçek veya tüzel kişi o kararı kabul etmiştir. Bu kararın artık idari yargıda tartışılması da mümkün olmadığından, kesinleşen karara göre kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi gerekir. Ayrıca, idare tarafından belirlenen kıyı kenar çizgisine karşı dava açılmış ve bu çizgi idari yargının kesinleşen kararı ile saptanmış ise yargı bütünlüğü kesinleşen yargı kararlarının tartışma konusu yapılmaması, yargıya güven ile Hukuki Emniyetin sağlanması amacıyla kıyı kenar çizgisinin belirlenmesinde idari yargıca belirlenen çizginin adli yargıca esas alınması zorunlu bulunmaktadır. Aksi halde, 3621 sayılı Kanun ile 13.3.1972 tarih ve 7/4 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararındaki kural ve yöntemler doğrultusunda kıyı kenar çizgisinin adli yargı tarafından belirlenmesi gerekir. Açıklanan nedenlerle daireler arasındaki içtihat aykırılığının 16,17 ve 20.Hukuk Daireleri görüşleri doğrultusunda birleştirilmesi gerektiği sonucuna varılmıştır.

 S o n u ç : Kural olarak, mülkiyet hukuku yönünden kıyı kenar çizgisinin belirlenmesi görevinin adli yargıya ait olduğuna; ancak, 3621 sayılı Kıyı Kanunu’nun 9.maddesi uyarınca idare tarafından kıyı kenar çizgisi belirlenmiş ve yazılı bildirime rağmen yasal süresinde idari yargıya başvurulmaması nedeniyle yargı yolunun kapanmış olması veya idari yargı tarafından verilip kesinleşmiş karar bulunması durumlarında, bunlara uygun şekilde kıyı kenar çizgisinin adli yargı tarafından saptanması gerektiğine, 28.11.1997 gününde üçüncü toplantıda salt çoğunlukla karar verildi.

Yıkım Kararında Sorumluluk

Nis11
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Yargıtay 4. Ceza Dairesi, E. 1995/7956,K. 1996/233,T. 17.1.1996

(Kaçak Yapıların Yıktırılması Hakkındaki Kararın Uygulanmaması, İmar müdürlüğünün sorumluluğu, Kaçak yapıların yıktırılmaması)

ÖZÜ:  1- İmar Yasasının 32. maddesiyle ilgili hiç bir işlem yapılmadığı saptanan kişilerin, belediye sınırları içinde kaçak yapılarının bulunup bulunmadığı, bu yapılar hakkında ihbar dilekçesi yoksa Belediye İmar Müdürü olan sanığın kişisel bilgi ve gözlemleri olup olmadığının saptanması,

2-Sanığın ruhsatsız yapılara ilişkin alınan yıkım ve para cezalarının infaz ve tahsili ile ilgili yasadan doğan bir görevinin olup olmadığının araştırılması,

3-Diğer sanıkla ilgili olarak kaçak yapıların kararda tek tek tartışılması,

4- Kaçak yapılarla ilgili yıkım kararlarının İmar Yasasının 32. maddesine uygun olarak tebliğ ile infazına başlanıp başlanmadığının araştırılıp saptanması,

5- Savunmaya göre, tebliğ ile infaza başlanmayan yıkım kararları varsa, belediyenin sorumlu olduğu alan, yıkım ekipmanı sayısı ve yıkım kararlarının sayısal hacmi saptanarak infaz edilmeyen karar sayısının karşılaştırılması, gerektiğinde bilirkişilere incelettirilip değerlendirilmesi gerekir.

6- Suçların teselsül edip etmedikleri araştırılmalıdır.

DAVA:  Görevi savsama suçundan sanıklar Özer ile Belgin hakkında, TCY.nın 230/1,59; 647 sayılı Yasanın 4-6. maddeleri uyarınca sanıkların 408.333’er lira ağır para cezasıyla hükümlülüklerine, cezalarının ertelenmesine ilişkin, ( Muğla Asliye Ceza Mahkemesi )’nden verilen 1993/614 esas,1994/633 karar sayılı ve 31.10.1994 tarihli hükmün temyiz yoluyla incelenmesi sanıklar Özer ile Belgin müdafileri tarafından istenilmiş ve temyiz edilmiş olduğundan; Yargıtay C. Başsavcılığı’nın 5.12.1995 tarihli bozma isteyen tebliğnamesiyle 11.12.1995 tarihinde Daireye gönderilen dava dosyası, başvurunun nitelik ve kapsamına göre görüşüldü.

KARAR :  Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede başkaca nedenler yerinde görülmemiştir. Ancak;

A-1- Sanık Belgin savunmasında; Belediye İmar Müdürü olarak kaçak yapılarla ilgili görevinin; bu yapıları ihbar ya da herhangi bir biçimde öğrendiği takdirde,3194 sayılı İmar Yasasının 32. maddesinde gösterilen yasal süreci başlatmak ve hukuki işlemleri yapmak olduğunu, bu süreç sonunda encümence alınacak yıkım kararlarının ve para cezalarının infaz ve tahsilinin, görevi dışında olup, belediyenin başka birimlerine ait bulunduğunu söylemiş; ayrıca, ihbar dilekçesi ve soruşturma raporunda yer alan ve kaçak olduğu iddia edilen kimi yapıların var olmayıp uydurulduğunu belirtmiş olması karşısında;

a ) Öncelikle suç ihbar dilekçesinde ve soruşturma raporunda yer alan, İmar Yasasının 32. maddesi ile ilgili hiçbir işlem yapılmadığı saptanan Ahmet ve Vural, Kemal, Ali’nin, Fethiye Belediye sınırları içerisinde kaçak yapılarının bulunup bulunmadığının araştırılması; adı geçen kişilerin bu tür kaçak yapıları varsa, bu konuda belediyeye yazılı suç ihbarının bulunup bulunmadığının araştırılması, bu yapılar hakkında ihbar dilekçesi yoksa, sanığın kişisel bilgi ve gözlemleri ile bu kaçak yapılar hakkında bilgisi olup olmadığının saptanması,

b ) Daha sonra Belediye İmar Müdürünün ruhsatsız yapılar ile ilgili olarak alınan yıkım ve para cezalarının infaz ve tahsili ile ilgili Yasadan doğan bir görevinin olup olmadığının ve yüklenen hangi eylemlerin kanıtlandığının araştırılıp kararda tartışılması,

2- Sanık Özer’in de savunmasında, kaçak yapılarla ilgili yılda bin civarında yıkım kararı verilip infaz edildiğini; kararların bölgenin turizm beldesi olması nedeni ile ancak 6 aylık ölü mevsimde infaz edebildiklerini belirtmiş olması karşısında;

a ) Öncelikle suç ihbar dilekçesinde ve sorgulayıcı ( muhakkik ) raporunda yer alan kaçak yapıların kararda tek tek gösterilip tartışılması,

b ) Daha sonra dilekçe ve raporda yer alan Mustafa, Ziya, Yaşar, Süleyman, Şükrü, B…….. Kebap Salonu, Hasan, Rıdvan ve Ali’nin kaçak yapıları ile ilgili yıkım kararlarının İmar Yasasının 32. maddesine uygun olarak tebliğ ile infazına başlanıp başlanmadığı araştırılıp saptanması,

c ) Tebliğ ile infaza başlanmayan yıkım kararları saptandığı takdirde; Belediyenin sorumlu olduğu alanın büyüklüğü; yıkım ekipman sayısı, yıkım kararlarının sayısal hacminin saptanması ile; infaz edilmeyen karar sayısının karşılaştırılması,

Bütün bunların gerektiğinde bilirkişilerce incelettirilip değerlendirilmesi gerekirken, eksik soruşturma ve yetersiz gerekçeyle hükümler kurulması,

B-Eylemlerin/suçların teselsül edip etmediklerinin tartışılmaması,

SONUÇ: Yasaya aykırı ve sanık Belgin müdafinin temyiz nedenleri ile tebliğnamedeki düşünce yerinde görüldüğünden ( HÜKÜMLERİN BOZULMASINA ), yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, yeniden hüküm kurulurken CYY.NIN 326 /son maddesinin gözetilmesine, 17.1.1996 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Yüz Kızartıcı Suç-İftira Suçunun Unsurları

Mar19
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Yüz Kızartıcı Suç-İftira Suçunun Unsurları

     657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 125/E-g maddesinde; Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak fiili Devlet memurluğundan çıkarma cezası uygulanacak disiplin suçları arasında sayılmıştır.Diğer yandan; İftira suçu 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 267 inci maddesinde; “Yetkili makamlara ihbar veya şikayette bulunarak ya da basın ve yayın yoluyla, işlemediğini bildiği halde, hakkında soruşturma ve kovuşturma başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat eden  kişi, bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.” şeklinde tanımlanmıştır.Yapılan soruşturma sonucunda şüpheli açısından verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair karar sonrası çoğu zaman iftira suçundan şikayet dilekçesi verildiğine çoğumuz şahit olmaktayız. Anayasamızın 74. maddesi “Vatandaşlar ve karşılıklılık esası gözetilmek kaydıyla  Türkiye’de ikamet eden yabancılar kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikâyetleri hakkında, yetkili makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine yazı ile başvurma hakkına sahiptir.” şeklinde düzenlenmiştir.

İftira suçunun oluşabilmesi için; yetkili makamlara ihbar veya şikayette  bulunarak işlemediğini bildiği halde, hakkında soruşturma ve kovuşturma  başlatılmasını ya da idari bir yaptırım uygulanmasını sağlamak için bir kimseye hukuka aykırı bir fiil isnat edilmesi gerekir. Somut olayda,  sanığın müştekilere yönelik iddiaları nedeniyle yürütülen soruşturmada “kovuşturmaya yer olmadığına” dair verilen kararın, iftira suçunun  işlendiğinin kesin kanıtı olamayacağı ve sanığın Anayasa’nın 74. Maddesi ile teminat altına alınan “Anayasal dilekçe-şikayet hakkı” nı  kullandığı gözetilmeden ve iftira suçunun öğeleri ile suçsuz olduğunu  bildiği bir kişiye karşı suç yükleme özel kastının nasıl oluştuğu da  açıklanıp tartışılmadan, kanuni temelden yoksun gerekçeyle hükümlülük kararı verilmesi,” Yargıtay 4. Ceza Dairesi,2013/26612E., 2014/1652K., 22.01.2014 Tarihli Kararı.

 Görüldüğü üzere bu suçun özel kastla işlenmesinin sonucu olarak yalnızca kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesinin bu suçu oluşturmadığı, Anayasal bir hak olan şikayet hakkı kapsamında kaldığı konusunda içtihat birliği vardır. Somut olayda iftira suçunun tüm koşulları titizlikle değerlendirilip buna göre bir sonuca varılmalıdır. Bununla birlikte burada söylemek istediğim bir başka husus ise verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair kararın sonrasında aynı konuda yeni bir şikayet gerçekleştirilmesi ve bundan da ilkine dayalı olarak kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verilmesi durumunda kişilerin huzur ve sükununu bozma suçunun oluşacağıdır. Nitekim Yargıtay “Sanık B. P.nin, Y. Belediye Başkanı olan katılan İ. S. hakkında aynı mahiyetlerdeki benzer iddialarla ilgili olarak defalarca şikayet dilekçesi vermek suretiyle gerçekleşen eylemlerinde anayasal şikayet hakkını kullandığı, bu şikayetleri nedeniyle katılan hakkında iki kez dava açılıp bir kez beraatine, bir kez de hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına karar verilmiş olduğu, diğer şikayetleri nedeniyle de yapılan ön incelemeler sonrasında soruşturma izni verilmemesi ve raporlar yeterli görülerek Cumhuriyet Savcılığınca takipsizlik kararları verilmiş olması karşısında; sanığın aynı mahiyetlerdeki benzer iddialarla ilgili olarak takipsizlik kararları verilmesine karşın defalarca yeniden şikayet dilekçesi vermek suretiyle gerçekleşen eyleminin kişilerin huzur ve sükununu bozmak suçunu oluşturup oluşturmadığı kararda açıklanıp tartışılmadan iftira suçundan hüküm kurulması”4.Ceza Dairesi.,2012/2516E., 2013/969K., 22.1.2013 Tarihli Kararı

 

 

Yazıldı Güncel Mevzuat

Danıştay İçtihadı Birleştirme Kurulu Kararı

Mar09
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Danıştay İçtihatları Birleştirme Kurulu Kararı, Esas  : 2005/2,Karar : 2007/1

ÖZÜ: Mühendis unvanına sahip olmakla beraber 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu hükümleri uyarınca Teknik Hizmetler Sınıfında kimyager kadrosunda görev yapanların ek gösterge rakamlarının tespitinde, tahsil durumlarının değil, kadro unvanının esas alınması gerektiği hakkında.

 İÇTİHATLARI BİRLEŞTİRME KURULU KARARI

Kimya mühendisi unvanına sahip olmakla beraber Teknik Hizmetler Sınıfında kimyager kadrosunda görev yapan ve 657 sayılı Kanuna 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 3’üncü maddesi ile eklenen (I) Sayılı Cetvelin, “Teknik Hizmetler Sınıfı” bölümünün (b) bendinde öngörülen (3000) ek gösterge rakamından yararlanan, ancak, (a) bendinde öngörülen (3600) ek gösterge rakamından yararlanmak isteyen davacılar yönünden Danıştay Onbirinci Dairesinin, unvanı yeterli görerek ek göstergenin buna göre tespit edilmesi gerektiği yolundaki kararları ile Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun, unvan dışında bulunulan kadroya göre ek göstergenin tespit edilmesi gerektiği yönünde ayrı ayrı verdiği kararlar arasında; ayrıca, Danıştay Onbirinci Dairesinin, İdari Dava Daireleri Kurulunun bozma kararlarına uyarak verdiği kararlar ve anılan Dairenin temyiz incelemesi sonucu verdiği aksi yöndeki kararları arasındaki aykırılığın, içtihatların birleştirilmesi suretiyle giderilmesinin, 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 40/1’inci maddesi uyarınca Danıştay Onbirinci Daire Başkanlığı tarafından istenilmesi üzerine, Raportör Üyenin raporu, konu ile ilgili kararlar, yasal düzenlemeler incelendikten ve Danıştay Başsavcısının düşüncesi dinlendikten sonra gereği görüşüldü:

I – İÇTİHADIN BİRLEŞTİRİLMESİ İSTEMİNE KONU KARARLAR:

1 – Danıştay Onbirinci Dairesinin 23/11/2004 günlü ve E: 2001/4303, K: 2004/4730 sayılı kararı:Kimya mühendisi olup fiilen kimyager kadrosunda çalışan ve bu görevden emekliye ayrılan davacının ek göstergesinin, davalı idarece (3600)’den (3000)’e indirilerek daha önce ödenmiş emekli ikramiyesi ve aylık farklarının adına borç çıkarılmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davayı; davacı her ne kadar Teknik Hizmetler Sınıfında yer aldığını ve mühendisler ile aynı işi yaptığını belirtmekte ise de mühendis kadrosuna atanmadığından, 657 sayılı Kanunun 43’üncü maddesi ile 142 nolu Devlet Memurları Kanunu Genel Tebliği hükümleri uyarınca mühendisler için öngörülen ek göstergeden yararlandırılamayacağı gerekçesiyle reddeden Ankara 10. İdare Mahkemesinin 21/6/2001 günlü ve E: 2000/1706, K: 2001/909 sayılı kararını, Danıştay Onbirinci Dairesi ”5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu’nun 41’inci maddesinde, emekli aylığının hesaplanmasında, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 43’üncü maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınacağı belirtilmiş, 657 sayılı Yasanın 43/B maddesinde de, bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylıklarının, hizmet sınıfları, görev türleri ve aylık alınan dereceler dikkate alınarak bu Kanuna ekli ek gösterge cetvelinde gösterilen ek gösterge rakamlarının eklenmesi suretiyle hesaplanacağı hükme bağlanmıştır. Bu Yasaya ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelinin, Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünde ise, Teknik Hizmetler Sınıfına ait kadrolarda görev yapan personel için öngörülen ek gösterge rakamları (a), (b), (c) ve (d) bentleri halinde sayılmış; (a) bendinde, kadroları bu sınıfa dahil olup, en az dört yıl süreli yüksek öğretim veren fakülte ve yüksek okullardan mezun olarak yürürlükteki hükümlere göre yüksek mühendis, mühendis, yüksek mimar ve mimar unvanı almış olanlara uygulanacak ek gösterge rakamları belirlenmiştir.Görüleceği üzere, (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelinin, Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünün (a) bendinde yer alan ek göstergelerden yararlanabilmek için, Teknik Hizmetler Sınıfında bulunmak ve yine aynı bentte belirtilen kariyer unvanlara sahip olmak yeterli olup, bu unvanlara ilişkin kadrolarda bulunmak gibi bir koşul öngörülmemiştir. Diğer bir deyişle 657 sayılı Yasanın 43/B maddesinde, ek gösterge rakamlarının tespitinde hizmet sınıfları, görev türleri ve aylık alınan derecelerin dikkate alınacağı belirtilmiş olup, kadro unvanına ek gösterge rakamlarının tespitine ilişkin kriterler arasında yer verilmemiştir. Öte yandan, dava konusu uyuşmazlığın personel hukukunun “teşvik ve taltif” amacı da gözetilerek çözümlenmesi gerekmektedir. 657 sayılı Yasa bir bütün olarak incelendiğinde görüleceği üzere yasa koyucunun, kamu hizmetlerinin en iyi bir biçimde yürütülmesi amacıyla kamu personelinin öğrenim düzeyinin yüksek olmasını hedeflediği, bu amacı gerçekleştirmek ve kamu personelini bulundukları düzeye göre daha üst öğrenim yapmaya özendirmek için çeşitli hükümler (örneğin 36’ncı maddedeki düzenlemeler gibi) getirdiği görülmektedir. Gerek 657 sayılı Yasanın 43/B maddesindeki, gerekse yasaya ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelindeki düzenlemeleri bu çerçevede değerlendirmek zorunlu bulunmaktadır. Nitekim (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelindeki bazı bölümlerde kadro unvanları tek tek sayılmış iken, bazı bölümlerde sadece unvanın alınmasının yeterli görülmesi de bu görüşü doğrular niteliktedir. Olayda da, davacının emekli olmadan önce İstanbul Gümrük Başmüdürlüğünde Teknik Hizmetler Sınıfında kimyager kadrosunda ve (4) yıllık mühendislik ve mimarlık fakültesi mezunu olarak görev yaptığı anlaşılmaktadır.Bu durumda, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi Kimya Mühendisliği Bölümü mezunu olması dolayısıyla, mühendis unvanına sahip olup, Teknik Hizmetler Sınıfına ait bir kadroda görev yapmakta iken emekliye ayrılan davacıya, 657 sayılı Yasaya ekli (I) Sayılı Cetvelin Teknik Hizmetler Sınıfı bölümü (a) bendinde öngörülen (3600) ek gösterge rakamının uygulanması gerekirken, yukarıda anılan yasa kuralının aksine tesis edilen dava konusu işlemlerde ve temyize konu kararda hukuka uyarlık bulunmadığı” gerekçesiyle bozduğu, bu karara mahkemece uyularak iptal kararı verildiği, kararın temyiz edildiği ve dairenin E: 2005/3907 esasında beklediği,

2 – Aynı Dairenin rapora ekli 15/3/2005 günlü ve E: 2002/3018, K: 2005/1327 sayılı; 12/5/2003 günlü ve E: 2000/8491, K: 2003/2109 sayılı; 28/5/2003 günlü ve E: 2000/8481, K: 2003/2320 sayılı; 24/9/2002 günlü ve E: 2000/6868, K: 2002/2892 sayılı; 11/10/2005 günlü ve E: 2003/1498, K: 2005/4887 sayılı kararlarında ve aynı konulardaki uyuşmazlıkları çözüme bağlayan diğer kararlarında “(I) sayılı Ek Gösterge Cetvelinin, Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünün (a) bendinde yer alan ek göstergelerden yararlanabilmek için, Teknik Hizmetler Sınıfında bulunmak ve yine aynı bentte belirtilen kariyer unvanlara sahip olmak yeterli olup, bu unvanlara ilişkin kadrolarda bulunmak gibi bir koşulun öngörülmediği” yönündeki kararın tekrarlandığı ve Dairenin içtihadının bu yönde istikrar kazandığı,

3 – Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun aynı konudaki bir uyuşmazlıkta verdiği 18/3/2004 günlü ve E: 2002/1283, K: 2004/343 sayılı kararı:”657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 43’üncü maddesinin 1’inci fıkrasında; ‘bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylık ve ek göstergeleri aşağıda gösterildiği şekilde tespit edilir.’ hükmünün yer aldığı, bu fıkrada açıkça ifade edildiği gibi bu Kanuna tabi kurumlarda görev yapan personelin ek göstergeleri, kadro şartına bağlanmış olup, ek göstergeden yararlanabilmek için salt unvana sahip olmak yeterli olmayıp, o unvana ilişkin görevde (kadroda) de bulunmak gerektiğinde kuşkuya yer olmadığından bu hüküm gözardı edilerek 657 sayılı Kanuna ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetveli, yegane dayanak alınmak suretiyle ek göstergenin ‘unvana’ göre uygulanması gerektiği sonucuna ulaşılması mümkün değildir. 657 Sayılı Kanun’un 43’üncü maddesi, uygulanacak ek gösterge rakamları konusunda, bu Kanuna ekli (I) ve (II) sayılı cetvellere atıfta bulunduğundan, uygulanacak ek gösterge rakamının tespitinde söz konusu cetveller yanında 43’üncü maddede yer alan düzenlemelerin de dikkate alınması ve bu kapsamda 43’üncü maddenin öngördüğü o unvana ilişkin görevde (kadroda) bulunma koşulunun da gözönünde bulundurulması gerekmektedir.Bu durumda, mühendis unvanına sahip olduğu anlaşılmakla beraber kimyager kadrosunda görev yapan davacının, mühendislik görevinin ek göstergesinden yararlanmasına hukuken imkan bulunmadığından, ek göstergenin öğrenim sonucu elde edilen unvana göre değil, kadro unvanına göre uygulanacağına ilişkin bulunan dava konusu işlemde hukuka aykırılık görülmemiştir.” gerekçesiyle Dairenin 25/9/2002 günlü ve E: 2000/9235, K: 2002/2902 sayılı kararının bozulduğu, Dairenin bozmaya uyarak davayı reddettiği ve kararın kesinleştiği,

4 – Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun aynı yönde kesinleşen, 18/3/2004 günlü ve E: 2003/565, K: 2004/348 sayılı; 31/3/2005 günlü ve E: 2004/204, K: 2005/171 sayılı kararlarının bulunduğu ve Kurulun bu yöndeki kararlarının istikrar kazandığı,

görülmektedir.

II – KONU İLE İLGİLİ DİĞER KARARLAR:

1 – Onbirinci Dairenin 12/11/2004 günlü ve E: 2004/3083, K: 2004/4526 sayılı kararı:

İstanbul Gümrükleri Başmüdürlüğünde kimyager olarak çalışan davacıya 142 seri nolu Devlet Memurları Kanunu Genel Tebliğinin 7’nci maddesine göre tahsil durumuna göre değil, kadro unvanına göre ek gösterge verilmesi yönündeki işlemi iptal eden Onbirinci Daire kararının, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 18/3/2004 günlü ve E: 2002/1283, K: 2004/343 sayılı kararı ile bozulduğu, Onbirinci Dairenin bozmaya uyarak davayı reddettiği,

2 – Onbirinci Dairenin 12/5/2003 günlü ve E: 2000/8491, K: 2003/2109 sayılı kararı:Kimya Mühendisi olan ve teknik hizmetler sınıfında kimyager olarak çalışmakta iken emekliye ayrılan davacıya (3600) olarak uygulanan ek göstergenin, (3000) olarak düzeltilmesi ve fazla ödenen miktarın borç çıkarılması işleminin iptali istemiyle açılan davada, Ankara 8. İdare Mahkemesinin mühendis kadrosunda bulunulmaması nedeniyle davayı reddettiği, Dairenin ise, mühendis unvanını ve teknik hizmetler sınıfında çalışıyor olmayı yeterli bularak mahkeme kararını bozduğu,

3 – Onbirinci Dairenin 22/1/2003 günlü ve E: 2000/11285, K: 2003/332 sayılı kararı:Habur Gümrüğünde kimyager olarak görev yapan davacının, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 43/B maddesine göre ek göstergesi (I) sayılı cetvele göre (3600) olarak uygulanmakta iken, idarece (3000) olarak değiştirilmesi üzerine bu işlem ile dayanağı 142 seri nolu Tebliğe karşı dava açtığı, Dairece, kimyager olarak görev yapan ve mezun olduğu okul itibarıyla mühendis unvanına sahip bulunan davacıya (3600) ek gösterge rakamının uygulanması gerektiğinden iptal kararı verildiği, bu kararın temyizi sonucu Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından kararın bozulduğu, bozmaya uyularak davanın reddedildiği,

4 – Onbirinci Dairenin 11/10/2005 günlü ve E: 2003/1498, K: 2005/4887 sayılı kararı:Fiilen kimyager kadrosunda görev yapan davacının ek göstergesinin (3600) yerine (3000) olarak uygulanmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davada, Bursa 1. İdare Mahkemesince davanın reddi yolunda verilen kararın Dairece bozulduğu, anılan Mahkemece bozmaya uyularak verilen iptal kararının aynı Daire tarafından onandığı,

5 – Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 1/4/2004 günlü ve E: 2003/121, K: 2004/413 sayılı kararı:Konya Posta İşletmesinde Teknik Hizmetler Sınıfında teknik amir olarak görev yapmakta iken emekliye ayrılan davacı tarafından, mühendis olması nedeniyle emekli aylığının mühendisler için belirlenen ek gösterge rakamı üzerinden ödenmemesine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davada, Ankara 2. İdare Mahkemesinin, davacının mühendis kadrosuna atanmadığı ve bu kadro ile emekliye ayrılmadığı için (3600) ek gösterge rakamından yararlanmasının mümkün olmadığı gerekçesiyle davayı reddettiği; kararın, Onbirinci Daire tarafından benzer gerekçelerle bozulduğu, İdare Mahkemesi bozmaya uymayarak ret kararında ısrar ettiği, İdari Dava Daireleri Kurulunun ısrar kararını onadığı,görülmektedir.

III – DANIŞTAY BAŞSAVCISININ DÜŞÜNCESİ:

Kimya mühendisi unvanına sahip olmakla beraber Teknik Hizmetler Sınıfında kimyager kadrosunda görev yapan ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 3’üncü maddesi ile eklenen (I) Sayılı Cetvelin Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünün (b) bendinde öngörülen (3000) ek gösterge rakamından yararlanan davacının (a) bendinde öngörülen (3600) ek gösterge rakamından yararlanıp, yararlanamayacağı konusunda, Danıştay Onbirinci Dairesinin 23/11/2004 günlü ve E: 2001/4303, K: 2004/4730 sayılı kararı ile Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 18/3/2004 günlü ve E: 2002/1283, K: 2004/343 sayılı kararları arasında ayrıca, yine Onbirinci Dairenin yukarıda anılan kararı ile, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49’uncu maddesinin 6’ncı fıkrasına göre Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun bozma kararına uyarak verdiği 12/11/2004 günlü ve E: 2004/3083, K: 2004/4526 sayılı kararları arasında aykırılık bulunduğu ve bu aykırılığın içtihatların birleştirilmesi yoluyla giderilmesi istemini içeren Danıştay Onbirinci Dairesi kararı ve Danıştay Başkanının havalesi üzerine Başsavcılığımıza gönderilen dosya incelendi.

İsteme konu kararlar:

1 – Danıştay Onbirinci Dairesince verilen 23/11/2004 günlü ve E: 2001/4303, K: 2004/4730 sayılı karar:Dava; kimya mühendisi olup fiilen kimyager kadrosunda çalışan ve bu görevden emekliye ayrılan davacı tarafından (3600) olarak uygulanan ek göstergesinin Emekli Sandığı Genel Müdürlüğünce (3000)’e indirilerek daha önce ödenmiş emekli ikramiyesi ve aylık farklarının adına borç çıkartılmasına ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış, Ankara 10. İdare Mahkemesince; davacı her ne kadar Teknik Hizmetler Sınıfında yer aldığını ve mühendisler ile aynı işi yaptığını belirtmekte ise de, mühendis kadrosuna atanmadığından, 657 sayılı Kanunun 43’üncü maddesi ile 142 no’lu Devlet Memurları Kanunu Genel Tebliği hükümleri uyarınca mühendisler için öngörülen ek göstergeden yararlandırılamayacağı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiş ve bu karar Danıştay Onbirinci Dairesinin 23/11/2004 günlü ve E: 2001/4303, K: 2004/4730 sayılı kararı ile; 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu’nun 41’inci maddesinde, emekli aylığının hesaplanmasında, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 43’üncü maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınacağı belirtilmiş, 657 sayılı Yasanın 43/B maddesinde de, bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylıklarının; hizmet sınıfları, görev türleri ve aylık alınan dereceler dikkate alınarak bu Kanuna ekli ek gösterge cetvelinde gösterilen ek gösterge rakamlarının eklenmesi suretiyle hesaplanacağı hükme bağlanmış, Yasaya ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelinin Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünde ise, Teknik Hizmetler Sınıfına ait kadrolarda görev yapan personel için öngörülen ek gösterge rakamları (a), (b), (c) ve (d) bentleri halinde sayılmış; (a) bendinde, kadroları bu sınıfa dahil olup, en az dört yıl süreli yüksek öğretim veren fakülte ve yüksek okullardan mezun olarak yürürlükteki hükümlere göre yüksek mühendis, mühendis, yüksek mimar ve mimar unvanı almış olanlara uygulanacak ek gösterge rakamları belirlenmiştir.Görüleceği üzere, (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelinin, Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünün (a) bendinde yer alan ek göstergelerden yararlanabilmek için, Teknik Hizmetler Sınıfında bulunmak ve yine aynı bentte belirtilen kariyer unvanlara sahip olmak yeterli olup, bu unvanlara ilişkin kadrolarda bulunmak gibi bir koşul öngörülmemiştir. Diğer bir deyişle 657 sayılı Yasanın 43/B maddesinde, ek gösterge rakamlarının tespitinde hizmet sınıfları, görev türleri ve aylık alınan derecelerin dikkate alınacağı belirtilmiş olup, kadro unvanına ek gösterge rakamlarının tespitine ilişkin kriterler arasında yer verilmemiştir. Öte yandan, dava konusu uyuşmazlığın personel hukukunun, “teşvik ve taltif” amacı da gözetilerek çözümlenmesi gerekmektedir. 657 sayılı Yasa bir bütün olarak incelendiğinde görüleceği üzere yasa koyucunun, kamu hizmetlerinin en iyi bir biçimde yürütülmesi amacıyla kamu personelinin öğrenim düzeyinin yüksek olmasını hedeflediği, bu amacı gerçekleştirmek ve kamu personelini bulundukları düzeye göre daha üst öğrenim yapmaya özendirmek için çeşitli hükümler (örneğin 36’ncı maddedeki düzenlemeler gibi) getirdiği görülmektedir. Gerek 657 sayılı Yasanın 43/B maddesindeki gerekse yasaya ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelindeki düzenlemeleri bu çerçevede değerlendirmek zorunlu bulunmaktadır. Nitekim (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelindeki bazı bölümlerde kadro unvanları tek tek sayılmış iken, bazı bölümlerde sadece unvanın alınmasının yeterli görülmesi de bu görüşü doğrular niteliktedir. Olayda da, davacının emekli olmadan önce İstanbul Gümrük Başmüdürlüğünde Teknik Hizmetler Sınıfında kimyager kadrosunda, ancak (4) yıllık mühendislik ve mimarlık fakültesi mezunu olarak görev yaptığı anlaşılmaktadır.Bu durumda, İstanbul Devlet Mühendislik ve Mimarlık Akademisi Kimya Mühendisliği Bölümü mezunu olması dolayısıyla, mühendis unvanına sahip olup, Teknik Hizmetler Sınıfına ait bir kadroda görev yapmaktayken emekliye ayrılan davacıya, 657 sayılı Yasaya ekli (I) Sayılı Cetvelin Teknik Hizmetler Sınıfı bölümü (a) bendinde öngörülen (3600) ek gösterge rakamının uygulanması gerekirken, yukarıda anılan yasa kuralının aksine tesis edilen dava konusu işlemlerde ve temyize konu kararda hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle bozulmuştur.Onbirinci Dairece aynı yolda, 12/5/2003 günlü ve E: 2000/8491, K: 2003/2109 sayılı; 15/3/2005 günlü ve E: 2002/3018, K: 2005/1327 sayılı; 28/5/2003 günlü ve E: 2000/8481, K: 2003/2320 sayılı; 24/9/2002 günlü ve E: 2000/6868, K: 2002/2892 sayılı ve 11/10/2005 günlü ve E: 2003/1498, K: 2005/4887 sayılı kararlar verilmiştir.

2 – Danıştay Onbirinci Dairesince verilen 12/11/2004 günlü ve E: 2004/3083, K: 2004/4526 sayılı karar:Dava, İstanbul Gümrükleri Başmüdürlüğünde kimyager kadrosunda görev yapan davacı tarafından 142 seri nolu Devlet Memurları Kanunu Genel Tebliğinin 7’nci maddesi esas alınarak kimyagerlere tahsil durumuna göre değil, kadro unvanına göre ek gösterge uygulanması gerektiğini öngören 4/5/1998 günlü ve 008568 sayılı Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı Personel Daire Başkanlığı işleminin iptali istemiyle açılmış, Danıştay Onbirinci Dairesi 25/9/2002 günlü ve E: 2000/9235, K: 2002/2902 sayılı kararıyla; 657 sayılı Yasaya ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelinin Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünün (a) ve (b) bentlerinde belirtilen ek göstergeden yararlanabilmek için Teknik Hizmetler Sınıfında görev yapmak ve sayılan unvanlardan birini almak gerekmekte olup, o unvana ait bir kadroda görev yapmak koşulu aranmadığı, bu durumda üniversitelerin kimya mühendisliği bölümlerinden mezun olan kimya mühendisi unvanını alan ve 657 sayılı Yasaya tabi kurumlarda Teknik Hizmetler Sınıfında görev yapan kimyagerlere tahsil unvanına göre, başka bir anlatımla anılan Yasaya ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelinin Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünün (a) bendinde mühendisler için öngörülen ek göstergelerin uygulanması gerekirken kimyagerlerin ek göstergelerinin tahsil durumuna göre değil kadro unvanına göre uygulanması gerektiği yolundaki işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle iptal edilmiş, ancak Danıştay İdari Dava Daireleri Kuruluna yapılan temyiz başvurusu üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 18/3/2004 günlü ve E: 2002/1283, K: 2004/343 sayılı kararı ile Onbirinci Daire kararını bozmuş, Daire, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49’uncu maddesinin 6’ncı fıkrasına göre Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca verilen kararlara karşı ısrar yolunun bulunmaması nedeniyle bozma kararına uyarak 12/11/2004 günlü ve E: 2004/3083, K: 2004/4526 sayılı kararıyla mühendis unvanına sahip olduğu anlaşılmakla beraber kimyager kadrosunda görev yapan davacının, mühendis görevinin ek göstergesinden yararlanmasına hukuken imkan bulunmadığı, ek göstergenin öğrenim sonucu elde edilen unvana göre değil, kadro unvanına göre uygulanacağına ilişkin bulunan dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. Dairece aynı yolda 14/11/2005 günlü ve E: 2004/3085, K: 2005/5304 sayılı karar verilmiştir.

3 – Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca verilen 18/3/2004 günlü ve E: 2002/1283, K: 2004/343 sayılı karar: Dava; Hacettepe Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Kimya Mühendisliği bölümünden mezun olarak kimya mühendisi unvanını elde eden ve İstanbul Gümrükleri Başmüdürlüğünde kimyager kadrosunda görev yapan davacı tarafından, 142 seri nolu Devlet Memurları Kanunu Genel Tebliği’nin 7’nci maddesi esas alınarak kimyagerlere tahsil durumlarına göre değil, kadro unvanına göre ek gösterge uygulanması gerektiğini öngören Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığının 4/5/1998 günlü ve 8568 yazılı genel yazısının iptali istemiyle açılmış, Danıştay Onbirinci Dairesi yukarıda (2) nolu bentte bahsi geçen 25/9/2002 günlü ve E: 2000/9235, K: 2002/2902 sayılı kararıyla; yasal düzenlemelerden bahisle kimyagerlerin ek göstergelerinin tahsil durumlarına göre değil kadro unvanlarına göre uygulanması yolundaki Başbakanlık Gümrük Müsteşarlığı Personel Dairesi Başkanlığının dava konusu 4/8/1998 günlü ve 8568 sayılı işleminde hukuka uyarlık bulunmadığı, kaldı ki, Anayasa Mahkemesinin 6/11/2001 günlü ve E: 2001/411, K: 2001/348 sayılı kararıyla da; 657 sayılı Kanuna ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelinin “Teknik Hizmetler Sınıfı” bölümünün (b) bendinde yer alan “Kimyager” sözcüğünün de iptal edilmiş olduğu gerekçesiyle dava konusu işlemin iptaline karar vermiş, bu kararın davalı idarece temyizi üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 18/3/2004 günlü ve E: 2002/1283, K: 2004/343 sayılı kararı ile; 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 43’üncü maddesinin 1’inci fıkrasında; “Bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylık ve ek göstergelerinin aşağıda gösterildiği şekilde tespit edilir.” hükmü yer almıştır. Anılan fıkrada da açıkça ifade edildiği gibi, bu Kanuna tabi kurumlarda görev yapan personelin ek göstergeleri, kadro şartına bağlanmış olup, ek göstergeden yararlanabilmek için salt unvana sahip olmak yeterli olmayıp, o unvana ilişkin görevde (kadroda) de bulunmak gerektiğinde kuşkuya yer yoktur. Bu hüküm gözardı edilerek 657 sayılı Kanuna ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetveli, yegane dayanak alınmak suretiyle ek göstergenin “unvana” göre uygulanması gerektiği sonucuna ulaşılması mümkün değildir. 657 sayılı Kanun’un 43’üncü maddesi, uygulanacak ek gösterge rakamları konusunda, bu Kanuna ekli (I) ve (II) sayılı cetvellere atıfta bulunduğundan, uygulanacak ek gösterge rakamının tespitinde söz konusu cetveller yanında, 43’üncü maddede yer alan düzenlemelerin de dikkate alınması ve bu kapsamda 43’üncü maddenin öngördüğü o unvana ilişkin görevde (kadroda) bulunma koşulunun da gözönünde bulundurulması gerektiği, mühendis unvanına sahip olduğu anlaşılmakla beraber kimyager kadrosunda görev yapan davacının, mühendislik görevinin ek göstergesinden yararlanmasına hukuken imkan bulunmadığından, ek göstergenin öğrenim sonucu elde edilen unvana göre değil, kadro unvanına göre uygulanacağına ilişkin bulunan dava konusu işlemde hukuka aykırılık görülmemiştir.Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin 6/11/2001 günlü ve E: 2001/411, K: 2001/348 sayılı kararıyla; 657 sayılı Kanuna ekli (I) Sayılı Ek Gösterge Cetvelinin “Teknik Hizmetler Sınıfı” bölümünün (b) bendinde yer alan “kimyager” sözcüğü iptal edilmişse de; oluşan hukuksal boşluğun 8/5/2003 günlü ve 25102 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 4856 sayılı Kanun’un 42’nci maddesinin (d) bendi ile doldurulduğu ve bu bendin 21/10/2001 tarihinden geçerli olmak üzere yürürlüğe konulduğu anlaşıldığı gerekçesiyle Danıştay Onbirinci Dairesi kararının bozulmasına karar vermiştir.Kurulca aynı yolda 18/3/2004 günlü ve E: 2003/565, K: 2004/348 sayılı karar verilmiştir.

4 – Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca verilen 1/4/2004 günlü ve E: 2003/121, K: 2004/413 sayılı karar:

Dava; Konya Posta İşletmesi Başmüdürlüğü Yapı İşleri Müdürlüğünde Teknik Hizmetler Sınıfında teknik amir unvanı ile görev yapmakta iken emekliye ayrılan davacı tarafından mühendislik fakültesi mezunu olması nedeniyle emekli aylığının mühendisler için belirlenen ek gösterge rakamı üzerinden ödenmemesine ilişkin işlemin iptali istemiyle açılmış, Ankara 2. İdare Mahkemesince; mühendis kadrosuna ataması yapılmayan ve bu kadro unvanı ile emekliye ayrılmayan davacıya 657 sayılı Kanun’un (I) sayılı ek gösterge cetvelinin (a) bendinde belirtilen (3600) ek göstergenin uygulanmasına ve buna göre emekli aylığı ve ikramiyesi ödenmesine imkan bulunmadığından davanın reddine karar verildiği, bu kararın temyizi üzerine Danıştay Onbirinci Dairesi 24/9/2002 günlü ve E: 2000/6868, K: 2002/2892 sayılı kararıyla; davacıya 657 sayılı Kanuna ekli (I) Sayılı Cetvelin Teknik Hizmetler Sınıfı bölümü (a) bendinde öngörülen ek gösterge rakamının uygulanması gerekirken 142 seri nolu Devlet Memurları Kanunu Genel Tebliği hükümleri neden gösterilerek, Yasa kuralının aksine tesis edilen işlemde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle bozmuş, İdare mahkemesi bozma kararına uymayarak davanın reddi yolundaki kararında ısrar etmiş, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu ısrar kararının onanmasına karar vermiştir.Kurulca aynı yolda 31/3/2004 günlü ve E: 2004/204, K: 2005/171 sayılı karar verilmiştir.

Usul yönünden içtihadın birleştirilmesine gerek olup olmadığı:

İçtihadın birleştirilmesi istemine konu kararların incelenmesinden, bunlardan birinin (Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu E: 2002/1283, K: 2004/343); halen memuriyet görevinde bulunan davacıya ait olduğu, diğerinin ise (Danıştay Onbirinci Daire E: 2001/4303, K: 2004/4730); emekli statüsünde olan bir kişiye ait olduğu anlaşılmakta, ancak 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu’nun değişik 41’inci maddesinin (a) fıkrasında, emekli, adi malüllük ve vazife malüllüğü aylıklarının hesaplanmasında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 43’üncü maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınacağı öngörüldüğünden, davacıların statülerinin farklı olması uyuşmazlığın doğduğu mevzuat hükümlerinin aynı olması nedeniyle 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 39’uncu maddesi uyarınca kararlardaki aykırılığın giderilmesi isteğinin incelenmesine engel teşkil etmemektedir.Öte yandan, aynı Kanunun 40’ıncı maddesine dayanılarak, içtihatların birleştirilmesine konu yapılan kararlardan; Onbirinci Daire, temyiz: E: 2001/4303 sayılı bozma kararına uyularak verilen mahkeme kararı, temyizen incelemek üzere Dairesinde beklemekte (E: 2005/3907), diğer iki karar ise kesinleşmiş bulunmakta, ancak yine Dairenin temyizen incelediği bir başka uyuşmazlıkta (E: 2002/3018) verdiği bozma kararına ısrar eden mahkeme kararı da temyizen incelenmek üzere İdari Dava Daireleri Kurulunda beklemektedir. (E: 2006/1039)İçtihadın birleştirilmesi istemine konu olan uyuşmazlıklarda Danıştay Onbirinci Dairesi gerek birinci derecede, gerekse temyizen verdiği kararlarda; kimyager, teknik amir, jeolog kadrolarında bulunan kamu görevlilerinin mühendis unvanına sahip bulunduklarını, 657 sayılı Yasanın 43/B maddesi ve Kanuna ekli (I) sayılı cetvelin II Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünün (a) bendindeki (3600) ek göstergenin uygulanmasının mühendis unvanlı kadroda bulunmaları şartına bağlı tutulamayacağını, teknik hizmetler sınıfında yer alıp, mühendis unvanına sahip olmanın, (3600) ek göstergeden yararlanmak için yeterli olduğunu kabul etmekte ve kararları bu yolda süre gelmekte, öte yandan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu; yukarıda hukuki statüleri açıklanan davacıların (a) bendindeki (3600) ek göstergeden yararlanabilmeleri için, 43’üncü maddede yer verilen “… bu kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylıkları; hizmet sınıfları, görev türleri ve aylık alınan dereceler dikkate alınarak…” biçimindeki ifadeden hareketle, sadece öğrenimle elde edilen unvanın yeterli olmadığını, o unvana ilişkin kadroda bulunmanın da gerektiğini karara bağlamakta ve kararları bu yönde istikrar sağlamış bulunmakta, ayrıca 2577 sayılı Yasanın 49/6’ncı maddesi hükmü karşısında, Onbirinci Dairenin, İdari Dava Daireleri Kurulunun bozma kararlarına karşı ısrar hakkı bulunmadığından, kurul kararlarına uyarak verdiği kararlar nedeniyle de kendi kararları arasında aykırılık oluşmakta, böylece (I) sayılı cetvelin Teknik Hizmetler Sınıfına ait bölümünün (a) bendindeki (3600) ek göstergeden yararlanılması konusunda gerek Onbirinci Dairenin kendi kararları arasında, gerekse Onbirinci Daire kararları ile İdari Dava Daireleri Kurulu kararları arasında aykırılık ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Sonuç: 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49’uncu maddesinde, temyiz incelemesi sonunda kararı bozulan mahkemenin, dosyayı inceleyerek yeniden karar vereceği, bozmaya uymayarak eski kararında ısrar etmesi ve bu kararın temyiz edilmesi halinde, davanın konusuna göre Danıştay İdari veya Vergi Dava Daireleri Kurulunca inceleneceği, Danıştay’ın ilgili dava dairesinin kararının uygun görülmesi halinde, mahkemenin kararının bozulacağı, aksi halde onanacağı, Danıştay İdari ve Vergi Dava Daireleri Kurulları kararlarına uyulmasının zorunlu olduğu, Danıştayın ilk derece mahkemesi olarak baktığı davaların temyizen incelenmesinde de bu maddenin 4’üncü fıkrası hariç diğer fıkralarının kıyasen uygulanacağının öngörülmüş bulunması ve gerek, İdari Dava Daireleri Kurulunca bu uyuşmazlıklar hakkında Onbirinci Daire içtihadının aksi yönünde kararlar verilmesi, gerekse Onbirinci Dairenin temyiz incelemesi sonucunda verdiği kararlara mahkemelerce uyulmaması halinde oluşan ısrar kararlarının temyizinde İdari Dava Daireleri Kurulunca yine Onbirinci Daire içtihadının aksi yönünde kararların verilmesi ve bu durumun süreklilik kazanmış olması nedeniyle içtihatların esasen İdari Dava Daireleri Kurulu kararları yönünde istikrar kazandığını söylemek mümkündür.Ancak, Onbirinci Dairenin temyizen incelediği davalarda verdiği bozma kararlarına uyan mahkeme kararlarının da bulunduğu ve bu kararların da kesinleştiği ve uyuşmazlığın süregelen niteliği de dikkate alındığında; aynı olayda, aynı hukuk kuralının değişik yorumu nedeniyle ortaya çıkan bu aykırılığın, uygulamada birlik sağlamak bakımından 2575 sayılı Yasanın 39’uncu maddesi uyarınca içtihatların birleştirilmesi yoluyla giderilmesinin uygun olacağı düşünülmektedir.

Esasın değerlendirilmesi:

Gelişmiş ülkelerde memur statüsünün kanunla düzenlenmesi esastır. Bu suretle göreve alınmaları, hak ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri, ilerleme ve yükselmelerinin objektif kurallara bağlanması sağlanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 128’inci maddesinde memur statüsünün kanunla düzenleneceği ilkesi konmuş, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile de memurların hukuki statüleri belirlenmiştir.657 sayılı Yasanın 33’üncü maddesinde; kadrosuz memur çalıştırılamayacağı, 35’inci maddesinde; her kurum için gerekli kadroların sınıfı, derecesi, unvanı ve adedinin kadro cetvellerinde gösterileceği, 47’nci maddesinde aylığın; bu Kanuna tabi kurumlarda görevlendirilen memura, hizmetinin karşılığında kadroya dayanılarak, ay itibarıyla ödenen para olduğu hükme bağlanmıştır.Aynı Yasanın içtihadın birleştirilmesi istemine konu kararlarına dayanak olan, değişik 43’üncü maddesinin 1’inci fıkrasında; bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylık ve ek göstergeleri aşağıdaki şekilde tespit edilir denildikten sonra, (B) bendinde bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylıklarının; hizmet sınıfları, görev türleri ve aylık alınan dereceler dikkate alınarak, bu Kanuna ekli (I) ve (II) sayılı cetvellerde gösterilen ek gösterge rakamlarının eklenmesi suretiyle hesaplanacağı hükme bağlanmıştır. Bu Kanuna 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile eklenen (I) sayılı cetvelin, Teknik Hizmetler Sınıfına ait II. bölümünün (a) bendinde; kadroları bu sınıfa dahil olup, en az 4 yıl süreli yükseköğretim veren fakülte ve yüksekokullardan mezun olarak yürürlükteki hükümlere göre yüksek mühendis, mühendis, yüksek mimar ve mimar ile şehir plancısı ve bölge plancısı unvanını almış olanlar; (b) bendinde kadroları bu sınıfa dahil olup, en az 4 yıl süreli yükseköğretim veren fakülte ve yüksekokullardan mezun olarak yürürlükteki hükümlere göre jeolog, hidrojeolog, hidrolog, jeomorfolog, jeofizikçi, fizikçi, matematikçi, istatistikçi, yöneylemci (hareket araştırmacısı), matematiksel iktisatçı, ekonomici ve kimyager unvanını almış olanlarla teknik yüksek öğretmen okulu mezunlarına derecelerine göre uygulanacak ek gösterge rakamları gösterilmiş ve (a) bendinde sayılanlardan 1’inci dereceli kadroda bulunanların ek göstergesi (3600), (b) bendinde sayılanlardan 1’inci dereceli kadroda bulunanların ek göstergesi (3000) olarak belirlenmiştir.Sonuçta, Yasanın, memuriyet görevi ve bu göreve ilişkin aylık ve ek göstergeleri, doğrudan bu göreve ait kadroya, diğer bir ifade ile bu göreve ait kadroda bulunmaya bağladığı anlaşılmaktadır. Yukarıdan beri yapılan açıklamalar karşısında; Yasanın, kadro ve aylığa ilişkin genel kuralları ile (I) ve (II) sayılı ek gösterge cetvellerinin dayanağı olan 43’üncü maddenin özel kuralları gözardı edilerek, (I) sayılı cetvelin, (II) Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünde yer alan ek göstergelerin; sırf bu bölümde kadro ifadesinin ayrıca yer almamasından hareketle, unvan esas alınarak tespit edilebileceği sonucuna varmak mümkün değildir. Diğer bir ifade ile 43. madde, uygulanacak ek gösterge rakamları için bu Kanuna ekli (I) ve (II) sayılı cetvellere göndermede bulunduğundan, uygulanacak ek gösterge rakamının tespitinde söz konusu cetvellerle birlikte 43’üncü maddede yer alan düzenlemenin de dikkate alınması ve bu kapsamda, maddenin öngördüğü o unvana ait kadroda bulunma koşulunun da gözönünde bulundurulması gerekmektedir.Açıklanan nedenlerle, içtihadın birleştirilmesi istemine konu kararlar arasında oluşan aykırılığın içtihadların birleştirilmesi yoluyla bağlayıcı bir çözüme kavuşturulması ve içtihadın, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu kararları doğrultusunda birleştirilmesi gerektiği düşünülmektedir.

IV – KONU İLE İLGİLİ YASAL DÜZENLEMELER:

1 – 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu

Madde 41/a: Emekli, adi malullük ve vazife malullüğü aylıklarının hesaplanmasında 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 43’üncü maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergeler esas alınır.

. . .

2 – 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu

Madde 33: Kadrosuz memur çalıştırılamaz.

. . .

Madde 36: Bu Kanuna tabi kurumlarda çalıştırılan memurların sınıfları aşağıda gösterilmiştir.

. . .

II Teknik Hizmetler Sınıfı:

Bu Kanunun kapsamına giren kurumlarda meslekleriyle ilgili görevleri fiilen ifa eden ve meri hükümlere göre yüksek mühendis, mühendis, yüksek mimar, mimar, jeolog, hidrojeolog, hidrolog, jeofizikçi, fizikçi, kimyager, matematikçi, istatistikçi, yöneylemci (Hareket araştırmacısı), matematiksel iktisatçı, ekonomici ve benzeri ile teknik öğretmen okullarından mezun olup da, öğretmenlik mesleği dışında teknik hizmetlerde çalışanlar, Mimarlık ve Mühendislik Fakültesi veya bölümlerinden mezun şehir plancısı, yüksek şehir plancısı, yüksek Bölge Plancısı, 3437 ve 9/5/1969 tarih 1177 sayılı Kanunlara göre tütün eksperi yetiştirilenler ile müskirat ve çay eksperleri, fen memuru, yüksek tekniker, tekniker, teknisyen ve emsali teknik unvanlara sahip olup, en az orta derecede mesleki tahsil görmüş bulunanlar, Teknik Hizmetler Sınıfını teşkil eder.

. . .

Göstergeler:

Madde 43: Bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylık ve ek göstergeleri aşağıda gösterildiği şekilde tespit edilir.

. . .

B) Ek gösterge: Bu Kanuna tabi kurumların kadrolarında bulunan personelin aylıkları; hizmet sınıfları, görev türleri ve aylık alınan dereceler dikkate alınarak bu Kanuna ekli I ve II sayılı cetvellerde gösterilen ek gösterge rakamlarının eklenmesi suretiyle hesaplanır. II sayılı cetvelde yer alan unvanlarda değişiklik yapmaya ve yeni unvanlar ilave etmeye Bakanlar Kurulu yetkilidir.

527 sayılı KHK’nin 3’üncü maddesi ile yeniden düzenlenerek 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa Eklenen Ek Gösterge Cetvelleri:

I SAYILI CETVEL

Hizmet Sınıfları İtibariyle Unvan veya Aylık Alınan Derecelere

Göre Ek Göstergeler

. . .

II – TEKNİK HİZMETLER SINIFI                                                       Derece Ek Gösterge

a) Kadroları bu sınıfa dahil olup, en az 4 yıl süreli                                 1    3600

yükseköğretim veren fakülte veya yüksekokullardan                            2    3000

mezun olarak yürürlükteki hükümlere göre Yüksek                              3    2200

Mühendis, Mühendis, Yüksek Mimar ve Mimar ile                                4    1600

Şehir Plancısı ve Bölge Plancısı unvanını almış olanlar.                         5     1300

6    1150

7       950

8       850

b) Kadroları bu sınıfa dahil olup, en az 4 yıl süreli                                  1     3000

yükseköğretim veren fakülte ve yüksekokullardan mezun                     2     2200

olarak yürürlükteki hükümlere göre, Jeolog, Hidrojeolog,

Hidrolog, Jeomorfolog, Jeofizikçi, Fizikçi, Matematikçi,

İstatistikçi, Yöneylemci (hareket araştırmacısı),

Matematiksel İktisatçı, Ekonomici ve Kimyager unvanını

almış olanlarla Teknik Yüksek Öğretmen Okulu mezunları,

. . .

Madde 147:

Bu Kanunda geçen;

A) Aylık: Bu Kanuna tabi kurumlarda görevlendirilen memurlara hizmetlerinin karşılığında, kadroya dayanılarak ay itibariyle ödenen parayı,

. . .

V – KONUNUN İÇTİHADIN BİRLEŞTİRİLMESİNE GEREK OLUP OLMADIĞI YÖNÜNDEN İNCELENMESİ:

Danıştay Daire Başkanı … ile Üyeler; …’ın, ”2575 sayılı Danıştay Kanunu’nda, 22/3/1990 günlü ve 3619 sayılı Kanun ile; 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda, 5/4/1990 günlü ve 3622 sayılı Kanun ile yapılan değişiklik ile; Danıştay dava dairelerinin ilk derece mahkemesi olarak baktıkları davalarda verecekleri nihai kararlara karşı temyiz yolu açılmış ve temyiz incelemesini yapmakla görevli ve yetkili yargı yeri belirlenerek, temyiz incelemesinin usulü düzenlenmiştir. Temyiz yolu ile inceleme, öncelikle ilk derece mahkemesi ile temyiz mahkemesi arasında alt mahkeme-üst mahkeme ilişkilerinin varlığını gerektirir. Eğer bir Danıştay dava dairesinin ilk derecede verdiği bir karar, başka bir kurulda temyiz yolu ile inceleniyorsa Danıştay’ın o dairesi alt mahkeme, temyiz incelemesi yapan kurul ise üst mahkeme durumundadır. Yukarıda sözü edilen yasal değişiklikler öncesi Danıştay daire ve kurulları arasında ast-üst yargı yeri ilişkisi olmayıp, daire ve kurulların verdikleri kararların herbiri, birbiri ile eşit hukuki değer ve güce sahip iken, değişiklik sonrası ilk derece dosyalarda Danıştay dairesi alt mahkeme, temyiz incelemesini yapan İdari ve Vergi Dava Daireleri Kurulları ise üst mahkeme konumuna getirilmiştir. Başka bir anlatımla, Danıştay içerisinde iki dereceli yargılama sistemine geçilmiş, Danıştay dava dairelerince ilk derece mahkemesi olarak bakılan davaların temyizen incelenmesi aşamasında, ilgili kurulca verilen bozma kararlarına uyulması zorunluluk olarak öngörülmüş, kararı bozulan daireye ısrar hakkı dahi tanınmamıştır.Danıştay dava dairesine ısrar hakkı vermeyen yargılama usulü kuralı, ilk derece mahkemesi olarak verdiği kararı bozulan dava dairesine bu karara uymasının yanında, temyiz yolu ile incelediği emsal uyuşmazlıklarda da Kurul içtihadına uygun davranması zorunluluğunu getirmektedir.Konuyu başka bir yönüyle değerlendirecek olursak, düzenleyici işlemlere karşı açılan davalarda, nihai karar mercii olan İdari ve Vergi Dava Daireleri Kurullarının düzenleyici işlemlerle ilgili olarak verdikleri kararlar ihmal edilerek, bu düzenleyici işlemlere dayalı kurulan bireysel işlemlere karşı açılan davalarda temyiz incelemesini yapmak, daha açık bir ifade ileKurul kararına aykırı sonuç doğuracak bir karar vermek esasen mümkün değildir.Yukarıda aktarıldığı üzere 1990 yılında yapılan yasal değişiklik ile Danıştayda iki dereceli yargılama sistemine geçilmesine rağmen, Danıştay Kanunu’nun içtihadı birleştirme müessesesini düzenleyen 39’uncu ve 40’ıncı maddeleri değiştirilmemiş, Kanunun ilk hali muhafaza edilmiştir.Bu nedenle 39’uncu madde, 1990 yılında yapılan değişiklik ile getirilen iki dereceli yargılama sistemine göre yorumlanmalı, içtihadı birleştirme istemine, eşit hukuki değer ve güce sahip kararlar konu edilmelidir.İdari yargının bütünlüğü ve işlerliği için bu yapının gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Aksi halde, İçtihadı Birleştirme Kurulu, dava dairelerinin ısrar ettiği konuları incelemekle görevli bir yargı yeri konumuna girer, Kurula gelen dosya sayısı artar ve en önemlisi İçtihadı Birleştirme müessesesi, çıkarılış amacı dışında başka bir kanun yolu niteliğine dönüşür. İnceleme konusu olayda, 657 sayılı Kanuna göre Teknik Hizmetler Sınıfında mühendis olarak görev yapanların ek göstergelerinin tespitinde, unvanı yeterli görerek ek göstergenin buna göre belirlenmesini öngören Onbirinci Daire kararlarını, gerek temyiz, gerekse ısrar yolu ile inceleyen İdari Dava Daireleri Kurulunun, ek gösterge tespitinde kadro unvanının esas alınması gerektiğinden hareketle Daire görüşünün aksine kararlar verdiği, uyuşmazlıkların uyulması zorunlu bu kararlar yönünde sonuçlandırıldığı ve Kurul kararlarının bu yönde istikrar kazandığı görülmektedir. Buna göre inceleme konusu olayda, Onbirinci Dairece uyulması zorunlu İdari Dava Daireleri Kurulu kararlarının varlığı nedeniyle içtihadın birleştirilmesine gerek bulunmamaktadır.” yolundaki usule ilişkin ayrışık oylarına karşılık, İçtihadın birleştirilmesi istemine konu kararların incelenmesinden, bunlardan birinin (Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu E: 2002/1283, K: 2004/343); halen memuriyet görevinde bulunan davacıya ait olduğu, diğerinin ise (Danıştay Onbirinci Daire E: 2001/4303, K: 2004/4730); emekli statüsünde olan bir kişiye ait olduğu anlaşılmakta, ancak 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu’nun değişik 41’inci maddesinin (a) fıkrasında, emekli, adi malullük ve vazife malullüğü aylıklarının hesaplanmasında 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 43’üncü maddesinde yer alan gösterge tablosu ve personel kanunlarındaki ek göstergelerin esas alınacağı öngörüldüğünden, davacıların statülerinin farklı olması uyuşmazlığın doğduğu mevzuat hükümlerinin aynı olmasından dolayı 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 39’uncu maddesi uyarınca kararlardaki aykırılığın giderilmesi isteğinin incelenmesine engel teşkil etmemektedir.Öte yandan, aynı Kanunun 40’ıncı maddesine dayanılarak, içtihatların birleştirilmesine konu yapılan kararlardan; Onbirinci Dairenin E: 2001/4303 sayılı bozma kararına uyularak verilen mahkeme kararı, temyizen incelemek üzere Onbirinci Dairede beklemekte (E: 2005/3907), diğer iki karar ise kesinleşmiş bulunmakta, ancak yine Dairenin temyizen incelediği bir başka uyuşmazlıkta (E: 2002/3018) verdiği bozma kararına ısrar eden mahkeme kararı da temyizen incelenmek üzere İdari Dava Daireleri Kurulunda beklemektedir. (E: 2006/1039)2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 39’uncu maddesine göre içtihadın birleştirilmesinden amaç, kararlar arasındaki aykırılıkların giderilmesi suretiyle hukuki istikrarı sağlamaktır. Kararlar arasındaki aykırılıktan söz edebilmek için maddi ve hukuki durumları aynı olmasına karşın aykırı kararlar verilmiş olması gerekmektedir. Danıştay Onbirinci Dairesinin verdiği kararlar arasında, ayrıca, anılan Daire ile Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun verdiği kararlar arasında aykırılık ve uyuşmazlık olduğu, bu durumun memur aylıklarının hesaplanmasına esas olan ek göstergelere ilişkin 657 sayılı Kanunun 43’üncü maddesinin yollamada bulunduğu (I) sayılı cetvelin II. bölümünün (a) bendinde sayılanların bu bentteki (3600) ek göstergeden yararlanabilmek için mühendis kadrosunda bulunmalarının gerekli olup olmadığı yolundaki yorum farkından kaynaklandığı, her ne kadar İdari Dava Daireleri Kurulunun konuya ilişkin kararlarında istikrar bulunduğu, uyulması zorunlu bu kararlar nedeniyle içtihadın birleştirilmesine gerek olmadığı ileri sürülebilir ise de, Onbirinci Dairenin aksi yöndeki kararlarında ısrarlı olduğu, aynı Dairede temyiz aşamasından geçen ve kesinleşen kararlar bulunduğu, farklı değerlendirmelerin devam ettiği görülmektedir.2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 39’uncu maddesinde, İçtihatları Birleştirme Kurulunun, dava dairelerinin veya İdari ve Vergi Dava Daireleri Kurullarının kendi kararları veya ayrı ayrı verdikleri kararlar arasında aykırılık veya uyuşmazlık görüldüğü veyahut birleştirilmiş içtihatların değiştirilmesi gerekli görüldüğü takdirde içtihadın birleştirilmesi veya değiştirilmesi hakkında karar vereceği kurala bağlanmıştır. Anılan Yasa hükmünde açıkça belirtildiği üzere, içtihadı birleştirme istemine, Danıştay dava daireleri veya İdari ve Vergi Dava Daireleri Kurullarının kendi kararları arasındaki aykırılık konu olabileceği gibi, bir dava dairesi kararı ile kurul kararı arasındaki aykırılığın da konu edilebilmesi mümkündür.

Danıştay dava dairelerinin, ilk derece mahkemesi olarak baktığı davalarda, temyiz incelemesini yapan ilgili İdari veya Vergi Dava Daireleri Kurullarınca verilen bozma kararına uymak mecburiyetinde bulunmaları, ilgili dairenin temyiz mercii sıfatı ile baktığı benzer uyuşmazlıklarda da kurul içtihadına uygun karar vermesi sonucunu doğurmayacağı gibi, İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda bu yönde zorlayıcı bir kuralın varlığı da söz konusu değildir.Kaldı ki mevzuatımızda, dava daireleri kararları ile Kurul kararlarının hukuki değer ve güçleri bakımından bir ayırım bulunmadığı gibi, Danıştay Kanunu’nda ve İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda 1990 yılında yapılan değişiklik ile de bu durum amaçlanmadığından, içtihadı birleştirme müessesesini düzenleyen Danıştay Kanunu’nun 39’uncu maddesinde herhangi bir değişiklik yapılmamıştır.Bir yasa kuralından ne anlaşılması gerektiği veya bir yasa kuralının uygulanması konusunda dava daireleri ile kurul kararları arasında oluşan görüş ve yorum farklılıklarının çözüm yeri, İçtihatları Birleştirme Kuruludur. Bu nedenle, Kurulun, yukarıda sözü edilen şekilde oluşacak içtihat aykırılıklarının giderilmesine yönelik işlevinin yorum yolu ile daraltılması mümkün değildir.

Kaldı ki, İçtihatları Birleştirme Kurulunun, 19/7/2002 günlü ve E: 2002/3, K: 2002/3 sayılı kararında, Vergi Dava Daireleri Kurulu kararı ile dava dairesi kararı arasındaki aykırılık içtihadın birleştirilmesi yolu ile giderilmiştir.Bu bağlamda, aynı hukuk kuralının değişik biçimde yorumlanarak uygulanmasından kaynaklandığı anlaşılan aykırılığın giderilmesi ve uygulamada birliğin sağlanması için 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun 39’uncu maddesi uyarınca içtihadın birleştirilmesi gerektiğine oyçokluğu ile karar verilerek esasın incelenmesine geçildi.

VI – KONUNUN ESASTAN İNCELENMESİ:

İçtihadın birleştirilmesi istemine konu olan kararlarda uyuşmazlığı, kimya mühendisi unvanına sahip olmakla beraber, teknik hizmetler sınıfında kimyager kadrosunda görev yapanların ek göstergelerinin tespitinde tahsil durumunun mu, yoksa kadro unvanının mı esas alınacağı, buna göre 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na 527 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 3’üncü maddesi ile eklenen (I) sayılı Cetvelin Teknik Hizmetler Sınıfı bölümünün (a) bendinde öngörülen (3600) ek gösterge rakamından mı, yoksa (b) bendinde öngörülen (3000) ek gösterge rakamından mı yararlandırılacağı hususu oluşturmaktadır.Bugün bir çok ülkede uygulanan personel sınıflandırma sistemleri, sınıflandırmaya personel ya da hizmet kavramlarından hangisinin esas alınacağına göre değişkenlik göstermektedir. Bu sistemlerden kadro sınıflandırmasında, hizmete ağırlık verilerek görev ve sorumluluklar esas alınmakta; personel sınıflandırılması sisteminde ise, ayırıma, personel veya iş esas alınmaktadır.657 sayılı Devlet Memurları Kanunu ile kamu personel rejimimize kazandırılan kadro kavramı, devlet örgüt yapısının oluşturulmasında, kamu hizmet ve faaliyetleri ile bunu yürütecek kamu işgücünün planlanmasında kullanılan hukuksal bir araçtır. Başka bir anlatımla kadro, memurun çalıştığı belli bir görev yerini ifade etmekte, memurun yapacağı iş, onun kadrosu ile ilişkili bulunmaktadır.Kamu hizmetinin yürütümüne yönelik olan örgütü, kadrolar oluşturur. Örgütün kamu hizmetini yürütecek hizmet grupları ve bu hizmet grupları içerisinde yer alan unvanlar, kurum teşkilat şemasında gösterilir. Kişiyi örgütle kaynaştıran bir araç olarak kadro, ilgili kuruma, üstlendiği kamu hizmetini yürütebilmek için ihtiyaç duyulan personeli istihdam etme imkanını sağlar. Bu nedenle bir kuruma tahsis edilecek kadrolar, o kurumun yerine getireceği görevlere göre tespit edilir. Bu bağlamda bir kurumun kadro cetveline bakılarak ne tür bir kamu hizmeti üstlendiğini, bu hizmet ve faaliyetlerin yöneldiği alanı, yerini ve etkinliğini saptamak mümkündür. Aynı zamanda kadro, personelin sayısının, niteliğinin, görev yerinin, unvanının, sınıf ve derecesinin, yükselmesinin, parasal ve özlük haklarının da genel olarak belirleyicisidir.Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 128’inci maddesinde, devletin ve diğer kamu tüzel kişilerinin, genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceği ve memurların nitelik, atanma, ödev, yetki, hak ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği belirtilmiş, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda da memurların hizmet şartları, nitelikleri, hak ve yükümlülükleri ile parasal ve özlük hakları objektif kurallara bağlanarak hukuki statüleri belirlenmiştir. Bu bağlamda, Devlet personel rejimimiz ve bunun hukuki sujesi olan memurluk, statü hukukuna dayanmakta, kadroda bu hukukun ayrılmaz parçasını oluşturmaktadır.657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 33’üncü maddesi ile kanun koyucu, her kurumda çalıştırılacak personelin tamamı için görev yerlerinin belirtilerek kadro tespiti zorunluluğunu getirmiş, kadrosuz memur çalıştırılamayacağını kurala bağlamıştır. Yasada, hizmetin önemi, hizmet yerinin özellikleri ve yoğunluğu gibi kriterler esas alınmak suretiyle personel kadrolarının tespit edilmesi ve bu hizmetleri göreceklerin kendi sınıfları içindeki derece durumlarına uygun olmak kaydıyla o kadronun aylığını almaları amaçlanmıştır. Başka bir anlatımla, kadro kavramı, kişilerden soyutlanarak hizmete bağlanmış; hizmette, görevin niteliğine göre sınıflara ayrılmıştır.Öte yandan, 657 sayılı Kanunun 43’üncü maddesinin gerekçesinde, Devlet memurlarına ödenecek aylıklar konusunda, mevcut barem sisteminden ayrılarak yeni bir sistem getirildiği hususuna yer verilmiş ve aylığın tespitinde hizmetin Devlet için taşıdığı değer, hizmetin riski, zorluğu ve şartları ile önem derecesinin belirleyici olacağı kabul edilmiştir. Yine aynı Kanunun 147’nci maddesinin gerekçesinde ise, aylık tabirinin, ister esas görev, ister vekalet görevi, ister ise ikinci görev şeklinde olsun, işgal edilen bir kadro karşılığında ay itibarıyla ödenen parayı ifade ettiği açıkça belirtilmiştir.Buna göre aylık, memurlara esas görevleri dolayısıyla bir aylık hizmetleri karşılığında, görevin önemi, riski ve devlet için taşıdığı değer dikkate alınmak suretiyle belirlenerek ödenen parayı ifade etmektedir. Ek gösterge ve değişik adlar altında yapılan ödemeler ile aylık arasında niteliği itibarıyla bir farklılık bulunmakta, bunlar, aylık adı altında birleştirilebilecek; sebebi, amacı ve işlevi aynı olan parasal bir hakkın unsurlarını oluşturmaktadır.657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 43’üncü maddesinde, ek göstergelerin bir takım görevlerin önem ve niteliklerinden ötürü kabul edildiğini, memura yapılacak aylık ödemenin gösterge tablosundaki rakama bu ek gösterge rakamlarının eklenmesi suretiyle bulunacak gösterge rakamı üzerinden hesaplanacağını belirten hükümler, bunların kesinlikle göreve bağlı, sunulan hizmetin ve yapılan görevin karşılığı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.Bu bağlamda ek gösterge, kadro görevini yürüten personele verilen önemin göstergesi, yetki ve sorumluluğunun karşılığıdır. Yetki ve sorumluluk ise, eğitim sonucu elde edilen unvana göre değil, kadro unvanına bağlı olarak kullanılır.Anılan Kanunun 33’üncü maddesinde ise, kadrosuz memur çalıştırılamayacağının hükme bağlandığı, ek göstergeden yararlanabilmek için cetvellerde karşılığı gösterilen kadroların birine atanmış ve bu görevi fiilen ifa ediyor olma şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerektiği, ayrıca 147’nci maddesinde de aylığın hizmetlerin karşılığında kadroya dayanılarak ay itibarıyla ödenen parayı ifade ettiği belirtilmiştir.657 sayılı Kanunun 33’üncü ve 147’nci maddeleri gereğince mühendis kadrosuna atanmadan mühendisler için öngörülen ek göstergeden yararlanılamayacağı, bu düzenlemelerde görüldüğü üzere, bu Kanuna tabi kurumlarda görev yapan personelin ek göstergelerinin, kadro şartına bağlandığı, bu durumda ek göstergeden yararlanabilmek için salt unvana sahip olmanın yeterli olmadığı o unvana ilişkin görevde (kadroda) bulunmak gerektiği anlaşılmaktadır.Bu itibarla anılan hükümler dikkate alınmaksızın 657 sayılı Kanuna ekli (I) sayılı ek gösterge cetveli tek dayanak alınmak suretiyle ek göstergenin unvana göre uygulanması gerektiği sonucuna varmak mümkün değildir. Kadro ve bunun karşılığı ödenen parayı ifade eden aylığın ve bunun bir parçasını oluşturan ek göstergenin, başka bir anlatımla memurun parasal haklarını düzenleyen kuralların, yorum yoluyla kapsamlarının genişletilmesi veya boşluklarının doldurulması mümkün değildir.657 sayılı Kanunun 43’üncü maddesi, ek gösterge konusunda bu Kanuna ekli (I) ve (II) sayılı cetvellere atıf yaptığından, ilgililere uygulanacak ek göstergenin tespitinde söz konusu cetvellerin yanında 43’üncü maddede yer alan düzenlemelerin de (unvana ilişkin görevde-kadroda bulunma koşulunun da) gözönünde bulundurulması gerekmektedir. Buna göre, Devlet memurlarının fiilen görev yapmakta oldukları kadro unvanları için ek gösterge öngörülmesi halinde bundan yararlanacakları, kadro unvanında herhangi bir değişiklik olmadığı sürece mezuniyet diplomasında yer alan unvan, başka bir anlatımla tahsil durumu dikkate alınarak ek gösterge uygulamasından yararlanamayacakları sonucuna ulaşılmaktadır.

SONUÇ: Açıklanan nedenlerle içtihadın, ek gösterge tespitinde kadro unvanının esas alınacağını öngören Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu kararları ile Kurulun bozma kararlarına uyulmak suretiyle Onbirinci Dairece verilen kararlar yönünde birleştirilmesine, 7/12/2007 günlü birinci toplantıda Kurul üye tamsayısının salt çoğunluğu ile karar verildi.

 

Yüz Kızartıcı Suç Hakkında Danıştay Kararı

Mar06
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

T.C. Danıştay 1.Dairesi, Esas:  1983/220,Karar: 1983/260,Karar Tarihi: 09.11.1983

ÖZÜ: 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48. maddesinin 5.fıkrasında sayılan suçlar dışında bir suçun, yüz kızartıcı suç olarak sayılamayacağı ve Türk Ceza Kanununun 419. maddesi hükmüne göre görevine son verilemeyeceği, mütalaa kılınmıştır.

Dava: Danıştay’ca, 2575 sayılı Danıştay Kanununun 23. maddesinin e ve 42. maddesinin f fıkralarına göre verilecek istişari düşüncelerin, nitelikleri gereği, şahsileşmiş özel durumlara değil, genellik ifade eden nesnel konulara ilişkin olması, doğal ve zorunlu bulunmaktadır. Bu bakımdan, istişari düşünce isteği, Türk Ceza Kanununun 419.maddesinde öngörülen alenen hayasızca vaz-ı harekette bulunmak suçunun 657 sayılı Yasanın 48.maddesinin 5.fıkrasında sözü edilen yüz kızartıcı suçlardan olup olmadığı hususuna ilişkin olarak incelendi. 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun Devlet Memurluğuna alınacaklarda aranılacak koşulları belirleyen 48. maddesinin A/5.fıkrasında, <ağır hapis veya 6 aydan fazla hapis yahut affa uğramış olsalar bile zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolaylı iflas gibi yüz kızartıcı bir fiilden dolayı hapis cezasından hükümlü bulunmamak> Devlet memuru olabilmek için zorunlu görülmüş; aynı Yasanın 98.maddesinin b bendinde ise, memurluğa alınma koşullarından herhangi birini taşınmadığının sonradan anlaşılması ya da memurluk sırasında bunlardan birinin yitirilmesi halinde memurluğun sona ereceği hükme bağlanmıştır. Şu durumda, yukarda sözü edilen suçtan hüküm giymiş memurun memurluğuna son verilip verilmeyeceğini belirleyebilmek yönünden yüz kızartıcı suçların neler olduğu, bunların sadece yasada sayılanlardan mı ibaret bulunduğu, Yasada bazı suçlar sayıldıktan sonra <gibi> sözcüğünün kullanılmış olmasının yasa koyucunun sayılan suçlar dışında kalan bazı suçların da yüz kızartıcı suç olarak kabul edilmesine mi olanak vermek istediği hususları üzerinde durmak gerekmektedir.

Bunun için mevzuatımızın konuya ilişkin hükümlerini incelemekte yarar vardır. 1961 Anayasasının milletvekili seçilme yeterliğine ilişkin bulunan ve 1801 sayılı Anayasa değişikliği ile değiştirilen 68. maddesinin <…Zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolaylı iflas gibi yüz kızartıcı suçlardan biriyle kesin olarak hüküm giymiş olanların milletvekili seçilemeyecekleri, 1982 Anayasasının aynı konuyu düzenleyen 76. maddesinde …zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolaylı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar…>la hüküm giymiş olanların milletvekili seçilemeyecekleri, Cezaların İnfazı Hakkında 647 sayılı Kanunun 879 sayılı Yasayla değiştirilen 7. maddesi B bendinin <zimmet, ihtilas, irtikap, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolaylı iflas gibi yüz kızartıcı suçlar>la hüküm giymiş olanların adli sicildeki hükümlülük kaydının silinemeyeceği, 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 8.maddesinin h bendinin …zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma, dolaylı iflas gibi yüz kızartıcı… suçlardan… hükümlü bulunanların hakim ve savcı olamayacakları yolundaki hükümlerinde <yüz kızartıcı suç> olarak hep aynı suçların sayılmış olduğu görülmektedir. Bunun bir rastlantı sonucu olmadığı kuşku götürmez, öyleyse bu yasa koyucunun, yüz kızartıcı suçları bunlardan ibaret kabul ettiğini, hükümlerde yer alan <gibi> sözcüğünün <sayılan suçlardan biri> anlamında kullanıldığını ortaya koymaktadır. Bu yüzden, yasa koyucunun amacını daha açık biçimde belirleyen düzenleme, 1136 sayılı Avukatlık Kanununda yer almıştır. Bu yasanın <Avukatlığa kabulde engeller> başlıklı 5.maddesinde, söz konusu ilke, <…zimmet, ihtilas, irtikap, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik, inancı kötüye kullanma ve dolaylı iflas suçlarından biriyle kesin olarak hüküm giymiş olanlar, affa uğramış olsalar da avukatlığa kabul edilemezler.> biçiminde ifadesini bulmuştur. İncelenen konunun daha da açıklığa kavuşabilmesi yönünden bu hüküm üzerinde durmakta yarar vardır. Yasakoyucu, yukarıya aynen alınmış olan hükümlerde sayılan suçlar dışında kalan bazı suçların yüz kızartıcı nitelikte bulunduğunu kabul etmiş olsa, hükmü bu biçimde yasalaştıramazdı. Bu düzenlemenin, millet vekili, hakim, savcı, Devlet memuru olmaya engel olan bazı suçların avukatlığa engel olmaması gibi bir düşünceden ileri geldiği düşünülemeyeceğine göre, Yasa koyucunun, Avukatlık Kanununda daha açık biçimde ifadesini bulmuş bir amaç gütmekte olduğu ortadadır. Esasen, önemli kamu hizmetlerinde görev alabilme olanağını ortadan kaldıran, hak yitirilmesine neden olan bir konuda, yasa koyucunun, çeşitli idari mercilere, böylesine geniş bir takdir yetkisi tanımış olması düşünülemez. Yasalarımızda yüz kızartıcı suçları belirleyen bir hüküm yer almış olmadığına göre, aksine bir anlayış, Anayasanın 28. maddesinin, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin yasayla düzenleneceği yolundaki ikinci fıkrası hükmüne uygun düşmez. Bir an için, söz konusu 48. maddenin 5.fıkrasında bazı suçlar sayıldıktan sonra, <gibi> sözcüğünün kullanılmış olmasının bu suçlar dışında kalan bazı suçların da yüz kızartıcı suçlardan sayılmasına olanak verdiği düşünülse bile, bu hükümlerdeki ifade tarzı karşısında, ancak, sayılan suçların niteliğini taşıyan suçların yüz kızartıcı olarak kabul edilebileceği kuşkusuzdur. Fıkrada sayılan suçların ise, cebri ya da dolanlı hareketlerle haksız çıkar sağlamak biçiminde bir ortak niteliklerinin bulunduğu, bu nedenle yüz kızartıcı olarak kabul edilebilecek diğer suçların da en az böyle bir niteliğinin bulunması gerektiği açıktır. Bu durumda böyle bir nitelik taşımayan suçları <yüz kızartıcı> saymak, bu bakımdan da olanaksızdır. Belirtilen nedenlerle 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 48. maddesinin 5.fıkrasında sayılan suçlar dışında bir suçun, yüz kızartıcı suç olarak sayılamayacağı ve Türk Ceza Kanununun 419. maddesi hükmüne göre görevine son verilemeyeceği, mütalaa kılındı.

 

 

Zabıta Müdürlüğü’ne Atanma

Şub19
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

T.C. Danıştay 5. Daire, E. 2015/6912,T. 02.02.2016,

ÖZÜ: Zabıta müdürlüğü kadrosuna atanabilmek için, görevde yükselme sınavında başarılı olma şartı bulunmadığından, davacının anılan sınava girmemesi sebebiyle zabıta müdürlüğüne atanma şartını taşımadığı gerekçesiyle tesis edilen bu görevden alınmasına dair işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır.

Dava, Diyarbakır İli Sur Belediye Başkanlığı bünyesinde tekniker olarak görev yapmakta iken, zabıta müdürü olarak atanan davacının, anılan işlemin geri alınmasına dair 5.12.2014 günlü, 858 Sayılı işlemin iptali istemiyle açılmıştır. Diyarbakır 3. İdare Mahkemesince verilen kararla; 11.4.2007 tarihli ve 26490 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Belediye Zabıta Yönetmeliği ile 4.7.2009 tarih ve 27278 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Mahalli İdareler Personelinin Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Esaslarına Dair Yönetmelik hükümleri birlikte incelendiğinde, zabıta müdürlüğü kadrosuna atanmak için sınav şartı bulunmamasına karşın, 31.8.2013 tarih ve 28751 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Kamu Kurum ve Kuruluşlarında Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Esaslarına Dair Genel Yönetmeliğin 4. maddesi ve 15 maddesi göz önünde bulundurulduğunda, zabıta müdürlüğü kadrosuna atanabilmek için görevde yükselme eğitiminin ardından, görevde yükselme sınavında başarılı olunması gerektiği; olayda, davacının zabıta müdürlüğü kadrosuna atanırken, zabıta müdürlüğü konusunda eğitim almadığı ve görevde yükselme sınavında başarılı olmadığı anlaşıldığından, zabıta müdürlüğüne atanma şartlarını taşımayan davacının, bu görevden alınmasına dair işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Davacı, davaya konu işlemin hukuka aykırı olduğunu öne sürmekte ve İdare Mahkemesi kararının temyizen incelenerek bozulmasını istemektedir. 4.7.2009 tarih ve 27278 Sayılı Mahalli İdareler Personelinin Görevde Yükselme ve Unvan Değişikliği Esaslarına Dair Yönetmeliğinin 21. maddesinde, zabıta ve itfaiye personelinin görevde yükselme işlemlerinin, ilgili mevzuat hükümlerine göre yürütüleceği hükmüne yer verilmiştir. 11.4.2007 tarihli ve 26490 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Belediye Zabıta Yönetmeliği’nin “Görevde Yükselme Esasları” başlıklı 17. Maddesinde ise; zabıta daire başkanı ve zabıta müdürü dışındaki kadrolara atanabilmek için gereken şartlar belirtilmiş, bu düzenlemede “zabıta müdürü kadrosuna atanma” hususu, görevde yükselme kapsamı dışında tutulmuştur. Dava dosyanın incelenmesinden, davalı Belediye bünyesinde tekniker kadrosunda görev yapan davacının, 25.11.2013 tarihinde sınavsız şekilde zabıta müdürlüğü kadrosuna atandığı; 5.12.2014 gün ve 858 Sayılı işlem ile zabıta müdürlüğü kadrosuna atanırken, zabıta müdürlüğü konusunda eğitim almadığı ve görevde yükselme sınavında başarılı olmadığından,bu nedenle, zabıta müdürlüğüne atanma şartlarını taşımadığından bahisle, söz konusu atama işleminin geri alındığı; anılan geri alma işleminin iptali istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Yukarıda anılan mevzuat hükümlerine göre, zabıta müdürlüğü kadrosuna atanabilmek için, görevde yükselme sınavında başarılı olma şartı bulunmadığından, davacının anılan sınava girmemesi sebebiyle zabıta müdürlüğüne atanma şartını taşımadığı gerekçesiyle tesis edilen davaya konu işlemde hukuka uyarlık, davanın reddi yolundaki Mahkeme kararında hukuksal isabet görülmemiştir. Öte yandan, davaya konu işlemin hukuka aykırı olduğu saptanmasına rağmen uygulamanın sürdürülmesi, tüm eylem ve işlemleri hukuka uygunluk karinesine dayanan hukuk devleti ilkesine aykırı bir durum yaratacak, davacı yönünden telafisi güç zarara neden olacaktır. Zira işlemin yürütülmesinin durdurulmasına karar verilmemesi halinde, hukuka aykırı bulunan işlemin etki alanına bağlı olarak ilgili açısından oluşacak zarar, işlemin uygulanmasına devam olunmasıyla artacak, yargılamanın sonunda verilecek iptal kararı ile önceki halin iadesi zorlaşacaktır. Açıklanan nedenlerle; uyuşmazlığın niteliğine ve temyiz dilekçesinde ileri sürülen nedenlere göre 2577 Sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 27. maddesinde öngörülen koşulların gerçekleşmiş olması nedeniyle, anılan Kanun’un 52. maddesinin 1. fıkrası uyarınca davaya konu işlemin ve Diyarbakır 3. İdare Mahkemesince verilen 22.10.2015 günlü, E:2014/1243; K:2015/730 Sayılı kararın yürütülmesinin durdurulmasına, 02.02.2016 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

 

 

Onceki Sayfa ← Sonraki Sayfa →

Son Yazılar

  • Sayıştay Daire Kararları
  • İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına Dair Yönetmelik Değişikliği
  • İmar Kanunu Değişiklik Taslağı (TBMM Komisyonlarında Görüşülen..)
  • 2020 Yiyecek Yardımı Tebliği
  • Tahsilat Genel Tebliği

Son yorumlar

Görüntülenecek bir yorum yok.

Arşivler

  • Şubat 2020
  • Aralık 2019
  • Kasım 2019
  • Eylül 2019
  • Temmuz 2019
  • Haziran 2019
  • Mayıs 2019
  • Nisan 2019
  • Mart 2019
  • Ocak 2019
  • Aralık 2018
  • Kasım 2018
  • Ekim 2018
  • Eylül 2018
  • Ağustos 2018
  • Temmuz 2018
  • Haziran 2018
  • Mayıs 2018
  • Nisan 2018
  • Mart 2018
  • Şubat 2018
  • Ocak 2018
  • Aralık 2017
  • Kasım 2017
  • Ekim 2017
  • Eylül 2017
  • Ağustos 2017
  • Temmuz 2017
  • Haziran 2017
  • Mayıs 2017
  • Nisan 2017
  • Mart 2017
  • Şubat 2017
  • Ocak 2017
  • Aralık 2016
  • Kasım 2016
  • Ekim 2016
  • Ağustos 2016
  • Temmuz 2016
  • Haziran 2016
  • Mayıs 2016
  • Nisan 2016
  • Mart 2016
  • Şubat 2016
  • Ocak 2016
  • Aralık 2015
  • Kasım 2015
  • Ekim 2015
  • Eylül 2015
  • Ağustos 2015
  • Temmuz 2015
  • Haziran 2015
  • Mayıs 2015
  • Nisan 2015
  • Mart 2015
  • Şubat 2015
  • Ocak 2015
  • Aralık 2014
  • Kasım 2014
  • Ekim 2014
  • Eylül 2014
  • Ağustos 2014
  • Temmuz 2014
  • Haziran 2014
  • Mayıs 2014
  • Nisan 2014
  • Mart 2014
  • Şubat 2014
  • Ocak 2014
  • Aralık 2013
  • Kasım 2013
  • Ekim 2013
  • Eylül 2013
  • Ağustos 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012

Kategoriler

  • Duyurular
  • Güncel Mevzuat
  • Kategori Dışı
  • Makale ve Görüşler
  • Pratik Bilgiler
  • Seminerler
  • Soru / Cevap
  • Sunumlar
  • Yargı Kararları
  • Yayınlarımız