• ANASAYFA
  • HAKKIMIZDA
  • HİZMETLERİMİZ
  • SEMİNERLER
  • Mevzuat Takip Programı
  • YAYINLARIMIZ
  • Soru / Cevap
  • İLETİŞİM
Follow

Kategoride Yazılmış Yargı Kararları

Sayıştay Genel Kurul Kararı

Şub02
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

02.Şubat.2018 gün ve 30320 sayılı Resmi  Gazetede yayımlananlar ;

1) 2018/11227 sayılı  “Engelli Kamu Personel Seçme Sınavı ve Engellilerin Devlet Memurluğuna Alınmaları Hakkında Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik” ile,

2) Sayıştay Genel Kurulu İçtihadın Birleştirmesine  ilişkin Esas:2017/2,5415/1 sayılı Kararı yayınlandı. Anılan kararda; “Belediyelere ait taşınmazların belediye meclis kararıyla spor kulüplerine tahsis edilemeyeceği ve içtihadın Temyiz Kurulunun 14.10.2016 gün ve 42200 tutanak sayılı ilamı doğrultusunda birleştirilmesine16.10.2017 tarihinde karara bağlandığı” belirtilmektedir.

Yazıldı Güncel Mevzuat

KAMU YARARI ÜSTÜN KAMU YARARI KAVRAMLARI

Oca05
2018
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

KAMU YARARI ÜSTÜN KAMU YARARI KAVRAMLARI

Kamu yararı kavramı kolay tanımlanabilen, üzerinde kolayca uzlaşılabilen bir kavram değildir. Yasalarda kamu yararının gözetildiği, idarenin kararlarında ve eylemlerinde kamu yararına uygun hareket ettiği ve yargının da kamu yararını gözettiği kabul edilmekle birlikte, bu üç erkin de kamu yararı anlayışında farklılıklar ortaya çıkabilmektedir. Bu, kamu yararı kavramının teknik-hukuki boyutunun yanı sıra siyasi ve ideolojik yönünün de olduğunu gösterir. Dar ve teknik anlamda kamu yararı, mülkiyet hakkının sınırlarının ve bu hakkın özüne dokunulup, dokunulmadığının belirlenmesinde kullanılan bir kriterdir.

Kamu yararı kavramının açıklanmasında ve kullanılmasında yaşanan güçlük üstün kamu yararı kavramının açıklanmasında da karşımıza çıkmaktadır. Üstün kamu yararı, ortada birden fazla, birbiriyle çelişen kamu yararı olduğu durumda, karar vericiler için birini diğerine tercih etme nedeni olmaktadır. Üstün kamu yararı, daha çok çevresel değerler üzerinde olumsuz etkilerde bulunacak sanayileşme ve kentleşme faaliyetleri; bu çerçevede yapılacak kamu yatırımları (enerji, ulaştırma, turizm, konut vb.) ile çevre koruma çabaları ikileminde önem kazanmaktadır. O halde, üstün kamu yararı kavramı, özellikle ekonomik yatırımlarla sağlanacak ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleri ile çevre koruma amacı arasındaki çelişkiden ortaya çıkmaktadır. Kamu yönetimleri üstün kamu yararını daha çok ekonomik kazanç ve menfaatlerde görürken, yargının doğal kaynakları ve çevreyi korumada gördüğü bilinmektedir. Örneğin, ilgili idareler, istihdamı artıracağı ve daha fazla döviz elde edileceği gerekçesiyle orman alanlarının ya da kıyıların turizm yatırımları için tahsis edilmesinde üstün kamu yararı görmekteyken; yargı, üstün kamu yararının, bu alanların çevresel değerler olarak korunmasında olduğuna karar vermektedir. Bu konuda hem Anayasa Mahkemesi’nin hem de Danıştay’ın çok önemli kararları bulunmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin, üstün kamu yararına açıklık getiren ve üstün kamu yararının çevresel değerlerin korunmasında olduğunu vurgulayan önemli bir kararı orman alanlarının turizm yatırımları için tahsisine ilişkindir. 2634 sayılı Turizm Teşvik Kanunu’nun orman alanlarının turizme tahsisi ile ilgili 8. maddesinin A, B ve C fıkraları ile ilgili Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, hem üstün kamu yararını açıklamakta, hem de çevre değerlerinin kalkınma maçlı turizm yatırımları için kolayca kullanımına son vermektedir. (RG: 24.11.2007/26710, Esas Sayısı: 2006/169, Karar Sayısı: 2007/55) Kararda, 2634 sayılı Yasa’nın 8. maddesinin itiraz konusu bölümlerinde, hangi taşınmazların ve orman arazilerinin turizm yatırımlarına tahsis edileceği ile ilgili genel bir çerçeve çizilmekle beraber, ormanların turizm yatırımlarına tahsisinin hangi hallerde kaçınılmaz veya zorunlu sayılabileceğine dair herhangi bir ölçüte yasada yer verilmediği belirtilmektedir. Bu bağlamda, turizmin teşvik edilmesinde kamu yararı bulunduğu ve zorunlu olduğu ölçüde orman alanlarının turizme tahsisinin gerektiği yadsınamazsa da, Anayasa’nın 169. maddesinde ormanların Devletçe korunmasına verilen özel önem ve uzun dönemdeki yaşamsal kamu yararı karşısında, bu tahsislerin hangi hallerde zorunlu sayılacağının da belirginleştirilmesi Anayasa’nın yasa koyucuya yüklediği bir görev olarak kabul edilmelidir denmektedir. Bu açıklamalar çerçevesinde, ormanların korunmasına ilişkin Anayasa’nın 169. maddesindeki ilkeler doğrultusunda, turizm sektörünün özellik ve ihtiyaçlarını da dikkate alan ve ormanların turizm yatırımlarına tahsisini zorunluluk ve kaçınılmazlık hallerine özgüleyen belli ölçüt ve sınırlamalara yer verilmemesi nedeniyle itiraz konusu yasa kuralları, Anayasa’nın 169. maddesine aykırı bulunmuş ve iptal edilmiştir.

Danıştay 6. Dairesi’nin Fırtına Vadisi için verdiği kararda da üstün kamu yararının Fırtına Vadisi’nde HES yapılarak enerji üretiminde değil, doğal çevrenin korunmasında olduğu belirtilmiştir. Fırtına Vadisi Hidroelektrik Santrali Projesi için hazırlanan ve Çevre Bakanlığı tarafından olumlu karar verilen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Raporunun iptal kararını onaylayan Danıştay 6. Dairesi, üstün kamu yararının ekonomik menfaat ve kazançtan önce gelen; doğal kaynakları ve çevreyi koruma sonucu elde edilecek yarar olarak görmüştür.Yine, Bursa 2. İdare Mahkemesi’nin 25.05.2006 tarih ve 2005/1080 sayılı kararında üstün kamu yararı, “kamu sağlığı ve milli güvenlik gibi toplumsal menfaatler ile çevre ve doğal kaynakların sağladığı yaşamsal faydaların bir bütünü olup her türlü ekonomik gaye ve kazançtan daha öncelikli olan en üst toplumsal yarar” olarak tanımlanmıştır. Bu karardan çıkan sonuç, “halk sağlığı” ve “kamu güvenliği” gerekçelerinin yanı sıra “çevre ve doğa koruma” gerekçesinin de üstün kamu yararı için yargı kararlarında yer almaya başlamasıdır.

Bu arada, üstün kamu yararını belirleyecek en önemli araç ÇED raporları olacaktır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yazıldı Güncel Mevzuat

Danıştay Kararı

Ara26
2017
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Danıştay Altıncı Daire Esas: 2011/8152, Karar : 2013/2702,Tarih:17.04.2013

ÖZÜ: “Dosyanın incelenmesinden, davacının 07.09.2007 tarihinde davalı belediye başkanlığına başvuruda bulunarak imar planında değişiklik yapılarak taşınmazının yol ve otopark alanından konut alanına dönüştürülmesi isteminde bulunduğu, bu istemin 03.10.2007 günlü, 2007/199 sayılı belediye meclisi kararı ile reddedildiği, davacının daha sonra 04.07.2008 tarihinde noter aracılığı ile davalı idareye ihtarname göndererek; taşınmazların imar planında yol ve otopark alanında kaldığı, bu nedenle mülkiyet hakkının kısıtlanması ve ortadan kalkması sonucu büyük bir ekonomik mağduriyete uğradığını, bu mağduriyetinin ortadan kaldırılması için plan değişikliği talebinde bulunduğu bunun reddedildiği, taşınmazlarının kamulaştırılmasına veya 2942 sayılı Kanunun 26. maddesi uyarınca kamulaştırma bedeli yerine idarenin kamu hizmetine tahsis edilmemiş eşdeğer bir taşınmaz malı ile trampa edilmesi, bu işlemlerin 90 gün içinde tamamlanması, aksi takdirde idare aleyhine dava açacağını belirttiği, bu başvurunun zımnen reddi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Davacıya ait parsellerin, imar planında kamunun kullanımı için yol ve otopark alanı olarak ayrılması nedeniyle bu parselde artık yapılaşmaya gidilemeyeceğinden, davacının tasarruf haklarının kısıtlandığının açıktır. Buna rağmen taşınmazın yol ve otopark olarak belirlenmesinin üzerinden beş yıldan fazla bir süre geçmiş olmasına karşın davalı idarece 5 yıllık imar programının hazırlanmadığı ve kamulaştırma yapılmadığı gibi taşınmazın kamulaştırılmasına yönelik davacı istemlerinin reddedildiği ve ne zaman kamulaştırma yapılabileceği konusunda davacıya herhangi bir bilgi de verilmediğinden davacıya ait parselin mülkiyet hakkından yararlanma olanaklarının kalmadığı görülmektedir. Bu durumda, davacıya ait taşınmazın imar planında “yol ve otopark” olarak belirlenmesi nedeniyle 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10. maddesi uyarınca imar planının yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 3 ay içinde bu planı tatbik etmek üzere 5 yıllık imar programının belediyece hazırlanmaması ve bunun sonucunda taşınmazının kamulaştırılmaması nedeniyle davacının mülkiyet hakkının belirsiz bir süre ile kısıtlandığı ve bu kısıtlamanın idarece bir karar alınarak kaldırılmadığının sabit olması karşısında, taşınmaz malın değerinin hesaplanarak ilgilisine ödenmesi dışında başka bir yol kalmamıştır.Belirtilen açıklamalar karşısında, İdare Mahkemesinin tazmin edilecek zararın doğmadığı gerekçesiyle davanın reddi yolundaki kararında hukuki isabet görülmemiştir.”

Dava konusu olayda, taşınmazı imar planında kamunun kullanımı için yol ve otopark olarak gösterilen ve bu sebeple de mülkiyet hakkının getirdiği hak ve yetkileri kullanamayan malik, Belediye’ye müteaddit başvurularda bulunmuştur. Bu başvurularda, imar planın o taşınmaz için özgülendiği amacın değiştirilerek konut alanına dönüştürülmesi istenmiş ancak bu talep reddedilmiştir. Malik yine, taşınmazın idarece kamulaştırılması veya trampa yoluyla kamulaştırılması taleplerinde bulunmuş ancak bu talebi de Belediye’ce zımnen reddedilmiştir. Taşınmazı üzerinde yapılaşmaya gidemeyen malik, uğradığı zararın tazmini amacıyla dava açmıştır. İdare Mahkemesi’nce taşınmazın kullanılamamasından mütevellit bir zararın doğmadığı gerekçesiyle dava reddedilmiş ve bu kararın taşınmaz maliki tarafından temyiz edildiği anlaşılmaktadır. Danıştay ise ilk derece mahkemesinin aksine taşınmaz malikinin tasarruf haklarının kısıtlandığı kabulünden yola çıkarak, Belediye’ce imar programına alınmayarak kamulaştırılmamasını ve bu sebeple de belirgin olmayan bir süre ile malikin mülkiyet hakkından kaynaklı tasarruf yetkilerinin kısıtlanmasını hukuka aykırı görerek ilk derece mahkemesi kararını bozmuştur. İmar planları, taşınmaz mülkiyeti göz önüne alınmaksızın, arzın niteliği gözetilerek hazırlanan belgelerdir. Taşınmaz mülkiyetleri göz önünde alınmadan hazırlandıkları için, planda özgülenen amacın gerçekleştirilmesi için idarelerce uygulama işlemlerinin yapılması gerekmektedir. İmar planlarının uygulamaya geçirilmesinde de imar programları önem arzetmektedir. Zira imar programları adeta imar planının planlanması amacına hizmet etmektedir. İmar uygulamaları, planların hayata geçmesi amacıyla yapılmakta olduğundan planların uygulamaya geçirilmesinde de kamu yararı bulunmaktadır. Ancak olayda karşılaşıldığı üzere de, idareler imar planının planlamasını başka bir ifadeyle o taşınmazla ilgili hususları imar programına almamayı gerçekleştirmeyip hareketsiz kalarak kamu yararına aykırı tutumda bulundukları gözlemlenmektedir. İmar Kanunu’nun 10. Maddesinde düzenleme altına alınana imar programına alınma usulünde, imar programına alınmamanın herhangi bir müeyyideye tabi tutulmaması, taşınmaz maliki açısından oldukça olumsuz bir durumdur. Bu sebeple idarenin bu derece hareketsiz kalmasına bir hukuki sonuç bağlamak gerektiği, aksi halde imar planları ile taşınmaz mülkiyetine fiilen olmasa da hukuken el atıldığını kabul etmek gerekir. Danıştay’ın da isabetli şekilde, uzun yıllar programa alınmayarak, imar planının fiilen hayata geçirilmemesi sebebiyle kamulaştırma ya da takas cihetine gitmeyen davalı Belediyece pasif ve suskun kalınmak ve işlem tesis edilmemek suretiyle taşınmaza müdahale edildiğini, bunun hukuki el atma kabul edilmek suretiyle taşınmaz mülkiyetinin idareye geçtiği ve dolayısıyla taşınmaz bedelinin malike ödenmesi gerektiğini kabul etmesi oldukça isabetlidir.

TCK 257.Maddesi Görevi Kötüye Kullanma

Ara21
2017
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

T. C. Yargıtay Ceza Genel Kurulu, E: 2017/16.MD-956, K: 2017/370,T: 26.09.2017

ÖZÜ: Görevi Kötüye Kullanma Suçu;  TCK’NUN “Görevi kötüye kullanma” başlıklı 257 nci maddesi;

“(1) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.

(2) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklindedir.

TCK’NUN 257 nci maddesinin konuyla ilgili birinci fıkrasında düzenlenen icrai davranışlarla görevi kötüye kullanma suçu, kamu görevlisinin görevinin gereklerine aykırı hareket etmesi ve bu aykırı davranış nedeniyle, kişilerin mağduriyeti veya kamunun zararına neden olunması ya da kişilere haksız menfaat sağlanmasıyla oluşur. Bu suçun oluşması için gerekli olan ilk şart, kamu görevlisi olan failin yaptığı işle ilgili olarak kanun veya diğer idari düzenlemelerden doğan bir görevinin olması ve bu görevi dolayısıyla yetkili bulunmasıdır. Bir kimse kamu görevlisi olmasına karşın o işle ilgili görevi ve yetkisi yok ise, başka bir suçu oluşturmayan hukuka aykırı davranışı disiplin cezasını gerektirebilirse de, görevi kötüye kullanma suçunu oluşturmayacaktır. Çünkü, hukuken sahip olunmayan bir yetkinin kötüye kullanılmasından da söz edilemez. Diğer taraftan suçun oluşabilmesi için, norma aykırı davranış yetmemekte; bu davranış nedeniyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olunması ya da kişilere haksız bir menfaat sağlanması gerekmektedir. Norma aykırı davranışın maddede belirtilen sonuçları doğurup doğurmadığının saptanabilmesi için haksız menfaat kavramı üzerinde durulmalıdır.19.12.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6086 s. Kanunun 1 inci maddesiyle TCK’NUN 257 nci maddesinin birinci fıkrasındaki seçimlik objektif cezalandırılabilme şartlarından birini oluşturan “kişilere haksız kazanç sağlayan” ifadesindeki “kazanç” ibaresi “menfaat” olarak değiştirilmiştir. Bu hususta 6086 s. Kanunun genel gerekçesinde “Türk Ceza Kanununun 257 nci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında yer alan ‘kazanç’ ibaresi ‘menfaat’ olarak değiştirilmiştir. Bu suretle, görevi kötüye kullanma suçunun oluşumu bakımından kişilere sağlananın sadece ‘ekonomik’ bir kazanç olarak algılanmasının önüne geçilecek ve görevin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle kişilere ekonomik olarak ölçülemeyen bir menfaatin sağlanması halinde de, bu SUÇ oluşacaktır.” şeklinde açıklamalara yer verilmiştir. Haksız menfaat; kişilere hukuka aykırı olarak ve hak etmediği şekilde yarar sağlanmasıdır. Menfaat terimi ayrıca hem maddi ve ekonomik çıkarı hem de manevi yararı içine alacak biçimde anlaşılmalıdır. Nitekim Ceza Genel Kurulunun 04.11.2014 gün ve 227-446 ve 01.12.2015 gün ve 547-426 sayılı kararında da aynı husus vurgulanmıştır. Failin saiki veya maksadı farklı olsa dahi, görevinin gereklerine aykırı davranışının maddede belirtilen neticelerden birine yol açacağını bilerek hareket etmiş olursa, suçun manevi unsuru diğer bir deyişle genel kastı gerçekleşmiş olacaktır. Kamu görevlisinin yetkisini kötüye kullanarak verdiği izin, işlem, kararla kişilere söz konusu haksız menfaati elde etmeye uygun imkân sağlaması da, görevi kötüye kullanma suçunun oluşması için yeterlidir. Verilen söz konusu sakat izin, işlem, kararla ilgili kişiye arzulanan sonucu almaya yönelik olanak sağlanmasıyla haksız menfaat sağlanmış olacaktır.

 

Yargıtay 22.Hukuk Dairesi Kararı

Ara21
2017
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Yargıtay 22.Hukuk Dairesinin, E.2016/24028, K.2017/14012, 13.06.2017 tarihli kararında “BELEDİYEYE BAĞLI TEŞEKKÜL” Ü TANIMLAMASINDA;

14.04.1930 tarihli ve 1471 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak, 01.09.1930 tarihinde yürürlüğe giren, 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun, belediyelerin hak, yetki ve ayrıcalıklarını düzenleyen 19. maddesinin birinci fıkrasının ilk bendinde, “Belediye idareleri kanunun kendilerine tahmil ettiği vazife ve hizmetleri ifa ettikten sonra belde sakinlerinin müşterek ve medeni ihtiyaçlarını tesviye edecek her türlü teşebbüsatı icra ederler.” hükmü düzenlenmiştir. 15.07.1934 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 2571 sayılı Kanun’la, 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun 19. maddesinin birinci fıkrasının beş numaralı bendinin birinci ve ikinci paragrafları; “Belediye sınırı dahilinde muayyen mıntıkalar arasında yolcu nakil vasıtası olarak otobüs, omnibüs, otokar, tünel, troley, füniküler işletmek münhasıran belediyelerin hakkıdır. Bunların, belediyelerin de iştirak edecekleri şirketler vasıtasıyla yapılması ve işletilmesi veya icara verilmesi veyahut imtiyazın devri İcra Vekilleri Heyeti kararına bağlıdır” şeklinde değiştirilmiştir. 15.07.1934 tarihinde yürürlüğe giren bu değişiklikle, “belediyelerin de iştirak edecekleri şirketler” ifadesine açıkça yer verilmesi suretiyle, temel kanuni dayanak oluşturulmuştur. Anılan 19. maddede yapılan, 05.07.1939 tarihli ve 07.02.1990 tarihli değişikliklerde de, bahsi geçen ifade korunmuştur.23.03.1984 tarihli ve 18350 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkındaki 195 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile 09.07.1984 tarihli ve 18453 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, Büyükşehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun’un 8. maddelerinde, büyükşehir ve ilçe belediyelerinin, görevli oldukları konularda, 1580 sayılı Belediye Kanunu ve diğer ilgili mevzuatta belediyelere tanınan hak, yetki, imtiyaz ve muafiyetlere sahip olacağı kabul edilmiştir. 24.12.2004 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren, 5272 sayılı Belediye Kanunu’nun 70. maddesinde “Belediye kendisine verilen görev ve hizmet alanlarında, ilgili mevzuatta belirtilen usullere göre şirket kurabilir.” hükmü düzenlenmiştir. 13.07.2005 tarihli Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu’nda, aynı yöndeki hükme kanunun yine 70. maddesinde yer verilmiştir. 23.07.2004 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan, 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu’nun 26. maddesinde de, büyükşehir belediyesinin kendisine verilen görev ve hizmet alanlarında, ilgili mevzuatta belirtilen usullere göre sermaye şirketleri kurabilecekleri düzenlenmiştir. Belediyeler, Anayasa’nın 127. maddesinde kabul edildiği üzere, kamu tüzel kişiliğine haizdir. İlgili mevzuatta belediyelere, yüklenen görevlerin yerine getirebilmesi için, önemli hak ve yetkiler verilmiş; kamusal ayrıcalıklar tanınmıştır. Diğer taraftan, merkezi idareye de, belediyeler üzerinde vesayet yetkisi verilmiştir. Belediyeler tarafından kurulan veya ortak olunan şirketler ise, Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabi sermaye şirketleri olup, belediyelerin tüzel kişiliğinden ayrı ve bağımsız özel hukuk tüzel kişileridir. Belediyelerin kurdukları veya ortak oldukları ticaret şirketlerine, kamu tüzel kişiliği kazandıran herhangi bir kanun hükmü bulunmadığı gibi, kamusal yetki ve ayrıcalıklar tanınmamıştır. Dolayısıyla, söz konusu şirketlerin “kamu tüzel kişisi” ya da “kamu kurum ve kuruluşu” oldukları kabul edilemez. Diğer taraftan, 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, iktisadi devlet teşekkülleri ile kamu iktisadi kuruluşlarını ve bunların müesseselerini, bağlı ortaklıklarını ve iştiraklerini kapsamaktadır. Kanun Hükmünde Kararname’nin 2. maddesinin birinci bendinde “Kamu iktisadi teşebbüsü “Teşebbüs”; iktisadi devlet teşekkülü ile kamu iktisadi kuruluşunun ortak adıdır.”; ikinci bendinde “İktisadi devlet teşekkülü “Teşekkül”; sermayesinin tamamı devlete ait, iktisadi alanda ticari esaslara göre faaliyet göstermek üzere kurulan, kamu iktisadi teşebbüsüdür.”; üçüncü bendinde “Kamu İktisadî Kuruluşu “Kuruluş”; sermayesinin tamamı Devlete ait olup, tekel niteliğindeki mal ve hizmetleri kamu yararı gözeterek üretmek ve pazarlamak üzere kurulan ve gördüğü bu kamu hizmeti dolayısıyla ürettiği mal ve hizmetler imtiyaz sayılan kamu iktisadî teşebbüsüdür.” tanımlamalarına yer verilmiştir. Bu tanımlamalarla sabit olduğu üzere, kamu iktisadi teşebbüslerinin sermayesi Devlete aittir. Belediyeler ise, Devlet tüzel kişiliğinden ayrı bir tüzel kişiliğe sahiptir. Dolayısıyla belediyelerin hissedarı oldukları şirketler, 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararname kapsamında olmayıp, kamu iktisadi teşebbüsü sayılamaz. Belediyelerin hissedarı olduğu şirketler ise, Ticaret Kanunu hükümlerine tabi, belediyeden ayrı ve bağımsız özel hukuk tüzel kişiliğine sahip olduğundan, bu şirketlerin belediyeye bağlı teşekkül sayılması mümkün değildir. Anılan maddede, sermayesinin yarısından fazlası Devlete ait olan şirketlerin kanun kapsamında olduğu açıkça belirtilmiş olmasına rağmen, madde metninde sermayesi belediyeye ait olan şirketlere yer verilmemesi kanun koyucunun tercihidir. Keza, 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun, 15.07.1934 tarihinde yürürlüğe giren 2571 sayılı Kanun’la değişik 19. maddesi hükmünde, belediyelerin iştirak edecekleri şirketler ifadesine açıkça yer verilmiş olduğu halde, bu tarihten sonraki bir tarih olan 11.07.1956 tarihinde yürürlüğe giren 6772 sayılı Kanun’da, belediyelerin hissedarı olduğu şirketlerden bahsedilmemiş olması da bu durumun bir göstergesidir.”

MEKÂNSAL PLANLAR YAPIM YÖNETMELİĞİYLE DANIŞTAY 6.DAİRESİNİN KARARI

Eyl18
2017
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

MEKÂNSAL PLANLAR YAPIM YÖNETMELİĞİYLE DANIŞTAY 6.DAİRESİNİN KARARI

  14/06/2014 tarihli ve 29030 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali ve yürütmesinin durdurulması talepleriyle Çevre ve Şehircilik Bakanlığı aleyhine Danıştay 6. Dairesinde, 2014/6803 esasına kayden TMMOB Şehir Plancıları Odası ve Mimarlar Odası tarafından ve 2014/7316 esasına kayden de TMMOB Çevre Mühendisleri Odası ve Peyzaj Mimarları Odası tarafından açılan davalarda;

               “Yönetmeliğin 4, 5 ve 6 ıncı maddelerinin; 7 nci maddesinin (I) numaralı fıkrasının c, ı, i, j, g ve k bentlerinin; 8 inci maddesinin 1, 2, 3, 8, 10, 11 ve 12 numaralı fıkralarının; 9 uncu maddesinin 1, 2, 4 ve 5 numaralı fıkralarının; 11 inci maddesinin 1, 2, 3 ve 4 numaralı fıkralarının; 12 nci maddesinin 3 numaralı fıkrasının; 14 üncü maddesinin 1 numaralı fıkrasının i, g ve ğ bentlerinin; 15 inci maddesinin 2, 3 ve 4 numaralı fıkralarının;  16 ve 17 nci maddelerinin; 19 uncu maddesinin (I) numaralı fıkrasının ç bendinin; 20 nci maddesinin (I) numaralı fıkrasının c bendi ile aynı maddenin (2) numaralı fıkrasının d bendinin; 21 nci maddesinin 2 ve 5 numaralı fıkralarının; 23 üncü maddesinin (6) numaralı fıkrasının v bendinin; 24 üncü maddesinin 1 ve 3 numaralı fıkraları ile 10 numaralı fıkrasının j bendinin; 26 ncı maddesinin 1, 2, 3 ve 7 numaralı fıkraları ile 6 numaralı fıkrasının d bendinin; 27 nci maddesinin (I) numaralı fıkrasının f bendinin; 30 uncu maddesinin 1, 2 ve 3 numaralı fıkralarının; 31 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasının; 33 üncü maddesinin (I) numaralı fıkrasının; 36 ncı maddesinin; geçici 2 ve 3 üncü maddelerinin; Ek-1d Uygulama İmar Planı Gösterimleri eki ile Ek-2 Kentsel, Sosyal ve Teknik Altyapı ekinin yürütülmelerinin durdurulması ve iptali” talepleri istenmiştir.

Davaya ilişkin olarak 08/11/2016 tarihinde tebellüğ olunan Danıştay 6. Dairesinin 23/02/2016 tarihli kararları ile,

              MEKÂNSAL PLANLAR YAPIM YÖNETMELİĞİNİN;

              27. maddesinin 1. fıkrasının (f) bendinin,

              30. maddesinin 1. fıkrasındaki “alır” ibaresinin,

              33. maddesinin 1. fıkrasındaki “otuz gün” ibaresinin,

             Geçici 2. maddesinin, YÜRÜTMESİNİN DURDURULMASINA karar verilmiştir.

Dava konusu edilen diğer maddeler ve kurallar yönünden ise yürütmenin durdurulması istemi yargı kararı ile REDDEDİLMİŞTİR. Söz konusu Kararlarda;

            Yönetmeliğin 27. maddesinin 1. fıkrasının (f) bendi ile ilgili olarak;

“Dairemizce yapılan değerlendirme sonucunda; uyuşmazlığın konusu koruma amaçlı imar planını onaylamakla görevlendirilen ‘ilgili idare’ kavramı oluşturmakta ve bu konuda duraksama da bulunmamaktadır, 644 KHK’nın 13/A maddesinin c) ve ç) bentlerine göre; bu fıkralar kapsamındaki her tür ve ölçekte çevre düzeni, nazım ve uygulama imar planlarını yapmak, yaptırmak, değiştirmek, onaylamak görevi Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğüne aittir. Ancak; tabiat varlıkları, doğal, tarihi, arkeolojik ve kentsel sitler ile koruma statüsü bulunan diğer alanların çakıştığı yerlerde, dava konusu edilen MPYY’nin 27/1-f) maddesi uyarınca tarihi, arkeolojik ve kentsel sitler konusunda özel kanun olan 2863 sayılı Yasanın 17/a) maddesi kapsamında uygun görüşü alınması gereken Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulunun uygun gördüğü şekliyle planları onaylamakla görevli olan ilgili idare sıfatını taşıyan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Tabiat Varlıklarını Koruma Genel Müdürlüğünün, bağlı yetki içerisinde olduğu hususunun yasadaki uygun görüş ifadesine Yönetmeliğin dava konusu edilen fıkrasında yer verilmemesi, ilgili bakanlıkların görüşü ifadesinin kullanılmasında hukuka uyarlık görülmemiştir.” denilmiştir.

             Yönetmeliğin 30. maddesinin 1. fıkrasındaki “alır” ibaresi ile ilgili olarak;

“Dava konusu fıkranın ikinci cümlesine gelince; …  “MPYY’nin 24. maddesinin 10. fıkrasında: “Uygulama imar planlarının hazırlanması sürecinde, aşağıda genel başlıklar halinde belirtilen konularda ilgili kurum ve kuruluşlardan veriler elde edilir; bu veriler kapsamında aşağıdaki analiz ve araştırmalar yapılır.” denilmekte ve bu veriler kapsamında analiz ve araştırması yapılacak konular arasında dava konusu edilmeyen (s) bendindeki “kentsel tasarım projesi yapılacak alanlar ve ilkeleri” de sayılmaktadır. Dava konusu düzenlemede, uygulama imar planlarının hazırlanması sürecinin yapılmasını öngördüğü ve bu plana bağlı olarak analiz ve araştırması gereken “kentsel tasarım projesi yapılacak alanlar ve ilkeler” başlığının yer almasına karşın; fıkranın ikinci cümlesiyle imar planından önce yapılmış olan kentsel tasarım projelerinin imar planı kararlarında yer alması zorunluluğu getirilmektedir. Kent planlamanın tamamlayıcısı, üçüncü boyutunu oluşturan kentsel tasarım projelerinin imar planıyla birlikte, plan uyarınca yapılmasının öngörülmesi yolundaki düzenleme uyarınca, imar planından önce yapılmış olan kentsel tasarım projelerinin planda yapılmasının öngörmesi üzerine plana yansıtılmasına engel bir durum olmamaktadır. Ancak, plandan önce mevcut olan kentsel tasarım projesinin her halükarda plan kararlarında “yer alır” şeklinde zorunluluk getirilen düzenlemenin, veri olarak işlenebilmesine olanak sağlayacak şekilde yer alabilecekken, planların kademeli birlikteliği ilkesine tabi olan düzenleyici işlem olan planın, plan niteliği bulunmayan kentsel tasarım projesinin plan kararı olarak yer alma zorunluluğu getirilmesiyle planlamanın tek boyuta indirgenmesi sonucunu doğurarak planlama ilkesine aykırılık yaratacak ibarede hukuki isabet bulunmadığı gibi maddeyle yapılan düzenlemenin kendi içerisinde bütünlüğü bozacağı ve çelişki yaratacağı, dava konusu fıkranın ikinci cümlesindeki zorunluluk getiren “yer alır” ibaresinin, kentsel mekânların, kentsel tasarımdan bağımsız olarak imar planı ile belirlenmesi ilkesine aykırı olacağından yürütmesinin durdurulması, diğer yönlerden ise yürütmenin durdurulması isteminin reddi gerekmektedir.”  denilmiştir.

              Yönetmeliğin 33. maddesinin 1. fıkrasındaki “otuz gün” ibaresi ile ilgili olarak;

“Dairemizce yapılan değerlendirme; 3194 sayılı İmar Kanununun Planların hazırlanmasında ve yürürlüğe konulması başlıklı 8. maddenin 1. fıkrasının b) bendinde; “İmar Planları; Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından meydana gelir. Mevcut ise bölge planı ve çevre düzeni plan kararlarına uygunluğu sağlanarak, belediye sınırları içinde kalan yerlerin nazım ve uygulama imar planları ilgili belediyelerce yapılır veya yaptırılır. Belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe girer. (Yeniden düzenleme dördüncü cümle: 12/7/2013-6495/73 md.) Bu planlar onay tarihinden itibaren belediye başkanlığınca tespit edilen ilan yerlerinde ve ilgili idarelerin internet sayfalarında bir ay süreyle eş zamanlı olarak ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. Belediye başkanlığınca belediye meclisine gönderilen itirazlar ve planları belediye meclisi onbeş gün içinde inceleyerek kesin karara bağlar.” kuralı yer almıştır. İmar planlarının bir ay süreyle ilan edilmesi öngörülmüş olup, bir aylık süre her ay (Ocak, Şubat, Mart, Mayıs, Temmuz Ağustos, Ekim Aralık) için otuz günü ifade etmediğinden, yasadaki şekilde bir ay olarak düzenlenmesi gerekirken, bu düzenlemeye aykırı olarak Yönetmelikle getirilen “otuz gün” ibaresinin yürütmesinin durdurulması gerekmektedir.” denilmiştir.

               Yönetmeliğin Geçici 2. maddesi ile ilgili olarak;

“Dairemizce yapılan değerlendirme; 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununun 7. maddesinin 1. fıkrasının (b) fıkrasında, “Çevre düzeni planına uygun olmak kaydıyla, büyükşehir belediye (…) sınırları içinde 1/5.000 ile 1/25.000 arasındaki her ölçekte nazım imar planını yapmak, yaptırmak ve onaylayarak uygulamak” konusunda yetki tanınırken ölçek belirlendiği, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanununun 6. maddesinin 4. fıkrası ölçek verilmeksizin il çevre düzeni planı yapılması olanağı sağlanmakta ve “İl çevre düzeni planı; valinin koordinasyonunda, büyükşehirlerde büyükşehir belediyeleri, diğer illerde il belediyesi ve il özel idaresi ile birlikte yapılır.” kuralına yer verilmiştir. Yasa düzeyinde çevre düzeni planının ölçeğinin gösterildiği başka bir düzenleme de 4562 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunudur. 4. maddeye göre; “OSB’lere ait yer seçimi Bakanlığın koordinatörlüğünde ilgili kurum ve kuruluşların temsilcilerinin katılımıyla oluşan Yer Seçimi Komisyonunun yerinde yaptığı inceleme sonucunda, varsa 1/25000 ölçekli çevre düzeni planı kararları dikkate alınarak oybirliği ile yapılır ve OSB ilan edilir.” kuralı bulunmaktadır. MPYY’nin 4. maddesinin c) fıkrasına göre çevre düzeni planının 1/50.000 veya 1/100.000 ölçekteki haritalar üzerinde ölçeğine uygun gösterim kullanılarak bölge, havza veya il düzeyinde hazırlanması öngörülürken, 19. maddenin 3. fıkrası ile Çevre Düzeni Planlarının hazırlanması sürecinde planlama alanı sınırları kapsamındaki tüm verilerin ise 1/25.000 ölçekli harita hassasiyetinde hazırlanması öngörülmektedir. Esasen çevre düzeni planı ile nazım imar planına ilişkin esaslar 3194 sayılı Yasada kavramsal olarak tanımlanarak ilkelerin belirlendiği, bu planlara ait ölçeğin ikincil mevzuatta gösterildiği, daha sonraki yasal düzenlemelerde bu planlardan söz edilirken ölçeğe de yer verilmiştir. Yasal mevzuatın öngördüğü kavramsal çerçevede yapılan, ancak 1/25000 ölçekte gerçekleştirilen çevre düzeni planlarının, aynı ölçekte dahi olsa nazım imar planının kavramsal çerçevesinde değişikliğe konu edilmesi hukuken mümkün olmadığından, çevre düzeni planını nazım imar planı şeklinde değişikliğe konu edilmesine olanak sağlayan dava konusu geçici 2. maddede hukuka uyarlık görülmediğinden, yürütmesinin durdurulması gerekmektedir.” denilmiştir.

               Çevre ve Şehircilik Bakanlığı 18.04.2017 tarihli, “MEKÂNSAL PLANLAR YAPIM YÖNETMELİĞİ MADDELERİNİN YÜRÜTMESİNİN DURDURULMASI TALEBİ, İDARİ YARGIDA NİHAİ OLARAK KARARA BAĞLANDI” şeklindeki duyurusunda;

“Yukarıda yer alan Danıştay 6. Dairesinin YD Kararlarına karşı davalı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve davacıların karşılıklı itirazları üzerine, 14/03/2017 tarihinde tebellüğ olunan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun (DİDDK) 19/12/2017 tarihli ve YD İtiraz No:2016/1249 sayılı ve 19/12/2016 tarihli ve YD İtiraz No:2016/1246 sayılı kararlarında yer verilen gerekçelerle;

“… davacı itirazının kısmen KABULÜ ile Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliğinin 11. maddesinin 2. fıkrası ile imar planlarının uygulanabilirliği yönünden Ek-2 tabloda yer alan sosyal ve teknik altyapı alanlarına ilişkin asgari standartlara yönelik kısımlarının yürütmesinin durdurulmasına, davalı idare itirazının kısmen KABULÜ ile Yönetmeliğin 33. maddesinin 1. fıkrasının yürütmesinin durdurulmasına ilişkin Daire kararının kaldırılmasına, bu kısım yönünden yürütmenin durdurulması isteminin reddine, Yönetmeliğin 27. maddesinin 1. fıkrasının (f) bendi ile 30. maddesinin 1. fıkrası yönünden taraflar itirazının yukarıda yer verilen açıklamayla reddine, diğer kısımlar yönünden taraflar itirazının REDDİNE” karar verilmiş bulunmaktadır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 28. maddesi uyarınca kararın icaplarına göre Bakanlığımızca konuya ilişkin yeni bir düzenleme yapılıncaya kadar, YD kararı itirazlar üzerine nihai olarak karara bağlanan Mekânsal Planlar Yapım Yönetmeliğinin yukarıda belirtilen maddeleriyle ilgili uygulamalar, DİDDK’nun kararları doğrultusunda yürütülecektir.” AÇIKLAMASINA YER VERMİŞTİR.

Danıştay 10.Daire Kararı

Eyl12
2017
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Danıştay Onuncu Daire, Esas  : 2012/8895,Karar : 2013/6670,Tarih: 26.09.2013

ÖZÜ:  01.08.2010 tarihinde yürürlüğe giren 6009 sayılı Kanun’un 25. Maddesiyle 2886 sayılı Kanun’a eklenen geçici 3. Madde uyarınca, idarelerce, ancak tespit tarihinden geriye doğru 5 yıl için ecrimisil istenebilir.

 

TÜRK MİLLETİ ADINA

Hüküm veren Danıştay Onuncu Dairesince dosyanın tekemmül ettiği görülmekle, yürütmenin durdurulması istemi hakkında karar verilmeyerek işin gereği görüşüldü:2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 75. maddesinde, “Devletin özel mülkiyetinde veya hüküm ve tasarrufu altında bulunan taşınmaz malları ve Vakıflar Genel Müdürlüğü ile idare ve temsil ettiği mazbut vakıflara ait taşınmaz malların, gerçek ve tüzelkişilerce işgali üzerine, fuzuli şagilden, bu Kanunun 9’uncu maddesindeki yerlerden sorulmak suretiyle, idareden taşınmaz ve değerleme konusunda işin ehli veya uzmanı üç kişiden oluşan komisyonca tespit tarihinden geriye doğru beş yılı geçmemek üzere tespit ve takdir edilecek ecrimisil istenir. Ecrimisil talep edilebilmesi için, Hazinenin işgalden dolayı bir zarara uğramış olması gerekmez ve fuzuli şagilin kusuru aranmaz.” hükmüne yer verilmiştir.01.08.2010 tarih ve 27659 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 6009 sayılı Gelir Vergisi Kanun’u ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 25. Maddesiyle 2886 sayılı Kanun’a eklenen “Terkin Edilecek Ecrimisiller” başlıklı geçici 3.maddede: “Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tespit ve takdir edilen, tebliğ edilen veya tahakkuk ettirilen ecrimisil alacaklarının tespit tarihinden geriye doğru beş yılı aşan kısmı hangi aşamada olursa olsun  düzeltilir veya terkin edilir, tahsil edilmiş olanlar iade edilmez.” hükmü yer almaktadır. Dosyanın incelenmesinden; İstanbul İli, Sultangazi İlçesi, Cumhuriyet Mahallesi, …Mevkiinde bulunan … pafta, … parsel sayılı taşınmazın tamamının Hazineye ait olduğu, 21.02.2003 tarihinde taşınmaz mahallinde yapılan tespitte; taşınmazın davacı belediye tarafından 1996  yılından bu yana atölyeler müdürlüğü binası ve belediye araç garajı yapılmak suretiyle fuzulen işgal edildiğinin belirlendiği, yapılan tespite dayanılarak 17.06.2009 tarihli komisyon kararı ile 01.12.1996-21.02.2003 dönemi için 149.677,23 TL ecrimisil bedeli takdir edildiği ve 24.06.2009 tarihli, 56300 sayılı ecrimisil ihbarnamesinin düzenlendiği, 01.08.2010 tarihinde 6009 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesiyle davacı tarafından ecrimisil bedelinin beş yılı aşan kısmının terkin edilmesi talebinde bulunulduğu, bu talep üzerine tesis edilen işlemin iptali istemiyle bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır. Yukarıya aktarılan Kanun hükümlerinden, Hazinenin özel mülkiyetindeki veya Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki taşınmazların işgali halinde fuzuli şagilden, idarelerce, ancak tespit tarihinden geriye doğru beş yıllık süre için ecrimisil alınabileceği, Kanunun yürürlüğe girdiği 01.08.2010 tarihinden önce tespit ve takdir edilen, tebliğ edilen veya tahakkuk ettirilen ecrimisil alacaklarının tespit tarihinden geriye doğru beş yılı aşan kısmının hangi aşamada olursa olsun düzeltilmesi veya terkin edilmesi gerektiği anlaşılmaktadır.Dairemizce; 6009 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 01.08.2010 tarihinden önce, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu’nun 92. maddesinde yer alan “Bu Kanunda yazılı sürelerin hesaplanmasında hüküm bulunmayan hallerde, Borçlar Kanunu hükümleri uygulanır.” hükmü uyarınca Borçlar Kanunu’nda öngörülen 10 yıllık genel zamanaşımı süresi dikkate alınmak suretiyle karar verilmekte ise de; 6009 sayılı Kanun’un 25. maddesiyle 2886 sayılı Kanun’a eklenen “Terkin Edilecek Ecrimisiller” başlıklı geçici 3. maddede açıkça “tespit tarihinden geriye doğru beş yılı aşan kısmı hangi aşamada olursa olsun düzeltilir veya terkin edilir” hükmüne yer verildiğinden, 01.08.2010 tarihinden sonra yapılan temyiz incelemelerinde tespit tarihinden geriye doğru 5 yıllık süre dikkate alınarak karar verilmektedir. Olayda; 01.12.1996- 21.02.2003 dönemi için takdir edilen ecrimisil bedelinin 21.02.2003 tarihli tespite dayandığı, idarece bu tarihten itibaren geriye doğru beş yılı aşan 22.02.1998 tarihinden önceki döneme ilişkin 9.007,78 TL tutarındaki ecrimisil bedelinin terkin edildiği görüldüğünden, davanın reddi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında hukuka aykırılık bulunmamaktadır. Her ne kadar, davacı tarafından tespit tarihi olarak ecrimisilin takdir edildiği 17.06.2009 tarihinin esas alınması gerektiği iddia edilmekte ise de; davalı idarece yukarıda belirtilen açıklamalara uygun olarak, tespit yapılan 21.02.2003 tarihi esas alınarak terkin işlemi gerçekleştirildiğinden bu iddiaya itibar edilmemiştir. İdare ve vergi mahkemelerinin nihai kararlarının temyizen bozulması 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. Maddesinde yer alan sebeplerden birinin varlığı halinde mümkündür.

Temyizen incelenen karar, usul ve hukuka uygun olup, dilekçede ileri sürülen temyiz nedenleri kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmediğinden temyiz isteminin reddi ile İstanbul 4. İdare Mahkemesi’nin 20.06.2012 tarih ve E:2011/715; K:2012/1167 sayılı kararının onanmasına, yürütmenin durdurulması istemi hakkında karar verilmediğinden 34,80 TL yürütmenin durdurulması harcının istemi halinde davacıya iadesine, 26.09.2013 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

Danıştay Kararları

Eyl06
2017
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Danıştay Altıncı Dairesi, 06.12.2016 gün ve E:2015/6995; K: 2016/4782 ;“Davacılara ait taşınmazın uzun yıllardır kamulaştırılmayarak, mülkiyet hakkının kısıtlanması nedeniyle uğranıldığı ileri sürülen maddi zararın faiziyle birlikte tazminine karar verilmesi istemiyle açılan davada; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa 07.09.2016 tarihinde yürürlüğe giren 6745 sayılı Kanunun 33. maddesi ile eklenen Ek 1. maddesinde, uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle mülkiyet hakkının özüne dokunacak şekilde tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında, uygulama imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıllık süre içerisinde imar programları veya imar uygulamaları yapılması ve bütçe imkânları dâhilinde bu taşınmazların ilgili idarelerce kamulaştırılması veya imar planı değişikliği yapıIması/yaptırılması zorunluluğu getirildiğinden ve anılan Kanunun 34. maddesi ile eklenen Geçici 11. maddesinde, Ek 1. madde kapsamında kalan ve bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarruf hakkı kısıtlanan taşınmazlar hakkında 5 yıllık sürenin bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlayacağı, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten Önce açılan ancak henüz karara bağlanmayan veya kararı kesinleşmeyen davalara da bu madde hükümlerinin uygulanacağı düzenlendiğinden, uyuşmazlığın yeni Yasal düzenleme kapsamında çözümlenmesi gerekir.”

Danıştay Altıncı Dairesi, 26.05.2015 tarih ve E:2013/3623; K:2015/3467 ;“Dava konusu parselin mevcut imar planı sınırları içerisinde yer almadığı dikkate alındığında yapılaşmaya elverişli olmayan bir alan için mülkiyet hakkının sınırlandığı iddiasının yerinde olmadığı, tarım arazisi vasfı olan bu alanda mevcut duruma göre zirai faaliyetlerin yapılabilmesi bakımından herhangi bir kısıtlılığın bulunmadığı, davacının uyuşmazlık konusu taşınmazdan yararlanmasının tamamen ortadan kaldırılmadığı dolayısıyla mülkiyet hakkının ihlal edildiğinden söz edilemeyeceğinden kısa mesafeli koruma alanında kalan taşınmazın kamulaştırılması istemiyle yapılan başvurunun zımnen reddine ilişkin dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.”

Danıştay Sekizinci Dairesi, 25.06.2014 gün ve E:2010/9072, K:2014/5707;25.07.2010 gün ve 27652 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmeliğin 1. maddesi ile İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin Yönetmeliğin 5. maddesinin birinci fıkrasının (m) bendine eklenen “1-Büyükşehir belediyesi ile nüfusa 100.000’i geçen belediye sınırları içinde açılacak ekmek fırınlarının bu amaca tahsisli ayrık nizamda müstakil binalarda açılmış olması (Ancak, alışveriş merkezleri içinde bulunan 1000 m² ve üstü alana sahip hipermarket, süpermarket, grosmarket ve megamarket gibi adlarla açılan işyerleri bünyesinde yer alan fırınlarda ayrık nizamda müstakil bina şartı aranmaz.)” şeklindeki hüküm ile Kocasinan Belediyesi Sağlık İşleri Müdürlüğü’nün 21.10.2010 gün ve 1084 sayılı işyeri açma ve çalışma ruhsatı talebinin reddine ilişkin işlemi ile Kayseri Valiliği İl Tarım Müdürlüğü’nün 25.10.2010 olur tarihli 8249 sayılı üretim ile ilgili faaliyetin durdurulmasına yönelik işleminin iptali istemiyle açılan davada; verilen istemin kısmen kabulüne kısmen reddine karar verilmiştir.” 

Danıştay 12.Daire Kararı

May23
2017
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Danıştay Onikinci Daire, E. 2016/8855, K. 2017/461, T. 23.02.2017

Özeti : Disipline konu eylemler ile yaptırımlar arasında adil bir dengenin gözetilmesi de hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Eylem ile yaptırım arasında bulunması gereken adil denge, “ölçülülük ilkesi” olarak da adlandırılmakta ve bu ilkenin alt ilkelerini de elverişlilik, zorunluluk ve orantılılık ilkeleri oluşturmaktadır. Davacının eyleminin disiplin cezası verilmesini gerektirdiği tartışmasız olmakla birlikte, 657 sayılı Kanun’un 125/E-(f) maddesinde yer alan Devlet memurluğundan çıkarma cezası ile bu bağlamda “fiili tecavüz” olarak nitelendirilen itme eylemi arasında adil bir dengenin bulunmadığı açık olduğundan, davacının Devlet memurluğundan çıkarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin işlemde hukuka uyarlık bulunmamaktadır.

 

TÜRK MİLLETİ ADINA

 

Dava; …İlçesi, Halk Eğitim Merkezi’nde müdür yardımcısı olarak görev yapan davacının, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 125/E-(f) maddesi uyarınca Devlet memurluğundan çıkarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin Milli Eğitim Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu’nun 18.09.2014 tarihli ve 4324634 sayılı işleminin iptali istemiyle açılmıştır. İdare Mahkemesince, soruşturma raporunda yer alan ifade ve belgelerden davacının iş sahiplerine fiili tecavüzde bulunduğu iddiası sübuta erdiğinden, dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir. Davacı tarafından, mahkeme kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek temyizen incelenip bozulması istenilmektedir.657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 125/E-(f) maddesinde; “Amirlerine, maiyetindekilere ve iş sahiplerine fiili tecavüzde bulunmak” fiili, Devlet memurluğundan çıkarma cezasını gerektiren fiil ve haller arasında sayılmıştır. Dosyanın incelenmesinden; …Halk Eğitim Merkezi’nde müdür yardımcısı olarak görev yapan davacı hakkında, 24.10.2013 günü Halk Eğitim Merkezi’ndeki koridorda ..İlkokulu Müdürü N.Ç.S.’ye tokat attığı ve tekmelediği yönündeki ilkokul müdürü N.Ç.S.’nin olay günü verdiği şikayet dilekçesi üzerine başlatılan soruşturma sonucunda düzenlenen 27.12.2013 tarihli ve 663.07/237 sayılı Soruşturma Raporu’nda; davacının bahse konu eyleminin sübut bulduğu, belirtilen fiilinin ise “iş sahiplerine fiili tecavüzde bulunmak eylemi” kapsamında olduğu değerlendirilerek davacı hakkında 657 sayılı Kanun’un 125/E-(f) maddesi uyarınca Devlet memurluğundan çıkarma cezası yönünde teklif getirildiği, bu doğrultuda Milli Eğitim Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu’nun 18.09.2014 tarihli ve 4324634 sayılı işlemi ile davacının Devlet memurluğundan çıkarma cezası ile cezalandırılması üzerine, bu işlemin iptali istemiyle bakılmakta olan davanın açıldığı anlaşılmıştır. Soruşturma raporunda yer alan ifadeler incelendiğinde; olayın tarafları dışında 11 kişinin ifadelerinin alındığı, bahse konu darpa maruz kalan ilkokul müdürü N.Ç.S.’nin olay anında yanında bulunan aynı ilkokulun müdür yardımcısı ve olay esnasında müzik dersinden çıkan bir müzik öğretmeninin, davacının müdür N.Ç.S.’yi tekmelediği yönünde beyanda bulunmalarına karşın, genel olarak ifadelerine başvurulanların olay anında gürültü duydukları, fiili tecavüz görmedikleri yönünde beyanda bulundukları, davacı ile davacının şahit gösterdiği iki kişinin ifadelerinden ise, davacının müdür N.Ç.S.’yi iterek yere düşürdüğü anlaşılmaktadır. Kanun koyucu, hukuk devletinde kamu hizmetlerinin uyum ve düzen içinde yürütülmesini sağlamak amacıyla hizmeti sunan kamu görevlileri için disiplin düzenlemeleri içeren kurallar öngörebilir ve bu kurallara uyulmasını temin etmek amacıyla çeşitli disiplin yaptırımları benimseyebilir. Ancak disipline konu eylemler ile yaptırımlar arasında adil bir dengenin gözetilmesi de hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Eylem ile yaptırım arasında bulunması gereken adil denge, “ölçülülük ilkesi” olarak da adlandırılmakta ve bu ilkenin alt ilkelerini de elverişlilik, zorunluluk ve orantılılık ilkeleri oluşturmaktadır. “Elverişlilik ilkesi”, öngörülen yaptırımın ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “zorunluluk ilkesi” öngörülen yaptırımın ulaşılmak istenen amaç bakımından zorunlu olmasını ve “orantılılık ilkesi” ise öngörülen yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken orantıyı ifade etmektedir.Bu durumda; davacının eyleminin disiplin cezası verilmesini gerektirdiği tartışmasız olmakla birlikte, 657 sayılı Kanun’un 125/E-(f) maddesinde yer alan Devlet memurluğundan çıkarma cezası ile bu bağlamda “fiili tecavüz” olarak nitelendirilen itme eylemi arasında adil bir dengenin bulunmadığı açık olduğundan, davacının Devlet memurluğundan çıkarma cezası ile cezalandırılmasına ilişkin işlemde hukuka uyarlık, davanın reddi yolunda verilen İdare Mahkemesi kararında ise hukuki isabet bulunmamaktadır. Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabulü ile Mahkeme kararının bozulmasına, yeniden bir karar verilmek üzere dosyanın İdare Mahkemesine gönderilmesine, kullanılmayan 45,60-TL yürütmenin durdurulması harcının istemi halinde davacıya iadesine, bu kararın tebliğ tarihini izleyen 15 (onbeş) gün içerisinde kararın düzeltilmesi yolu açık olmak üzere 23.02.2017 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.

 

KARŞI OY :İdare mahkemesince verilen karar ve dayandığı gerekçe hukuk ve usule uygun olup, bozulmasını gerektirecek bir sebep de bulunmadığından temyiz isteminin reddi ile anılan kararın onanması gerektiği görüşüyle çoğunluk kararına katılmıyoruz.

Yönetmelik Değişikliği Hakkında

May17
2017
Yorum Yazın Tarafından Yazıldı admin

Onceki Sayfa ← Sonraki Sayfa →

Son Yazılar

  • Sayıştay Daire Kararları
  • İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına Dair Yönetmelik Değişikliği
  • İmar Kanunu Değişiklik Taslağı (TBMM Komisyonlarında Görüşülen..)
  • 2020 Yiyecek Yardımı Tebliği
  • Tahsilat Genel Tebliği

Son yorumlar

Görüntülenecek bir yorum yok.

Arşivler

  • Şubat 2020
  • Aralık 2019
  • Kasım 2019
  • Eylül 2019
  • Temmuz 2019
  • Haziran 2019
  • Mayıs 2019
  • Nisan 2019
  • Mart 2019
  • Ocak 2019
  • Aralık 2018
  • Kasım 2018
  • Ekim 2018
  • Eylül 2018
  • Ağustos 2018
  • Temmuz 2018
  • Haziran 2018
  • Mayıs 2018
  • Nisan 2018
  • Mart 2018
  • Şubat 2018
  • Ocak 2018
  • Aralık 2017
  • Kasım 2017
  • Ekim 2017
  • Eylül 2017
  • Ağustos 2017
  • Temmuz 2017
  • Haziran 2017
  • Mayıs 2017
  • Nisan 2017
  • Mart 2017
  • Şubat 2017
  • Ocak 2017
  • Aralık 2016
  • Kasım 2016
  • Ekim 2016
  • Ağustos 2016
  • Temmuz 2016
  • Haziran 2016
  • Mayıs 2016
  • Nisan 2016
  • Mart 2016
  • Şubat 2016
  • Ocak 2016
  • Aralık 2015
  • Kasım 2015
  • Ekim 2015
  • Eylül 2015
  • Ağustos 2015
  • Temmuz 2015
  • Haziran 2015
  • Mayıs 2015
  • Nisan 2015
  • Mart 2015
  • Şubat 2015
  • Ocak 2015
  • Aralık 2014
  • Kasım 2014
  • Ekim 2014
  • Eylül 2014
  • Ağustos 2014
  • Temmuz 2014
  • Haziran 2014
  • Mayıs 2014
  • Nisan 2014
  • Mart 2014
  • Şubat 2014
  • Ocak 2014
  • Aralık 2013
  • Kasım 2013
  • Ekim 2013
  • Eylül 2013
  • Ağustos 2013
  • Temmuz 2013
  • Haziran 2013
  • Mayıs 2013
  • Nisan 2013
  • Mart 2013
  • Şubat 2013
  • Ocak 2013
  • Aralık 2012
  • Kasım 2012
  • Ekim 2012
  • Eylül 2012
  • Ağustos 2012
  • Temmuz 2012
  • Haziran 2012
  • Mayıs 2012
  • Nisan 2012
  • Mart 2012

Kategoriler

  • Duyurular
  • Güncel Mevzuat
  • Kategori Dışı
  • Makale ve Görüşler
  • Pratik Bilgiler
  • Seminerler
  • Soru / Cevap
  • Sunumlar
  • Yargı Kararları
  • Yayınlarımız